Wednesday, May 27, 2009

SYM-IV

Dear Frankie (2004)

Bu filmi sanırım 3 sene önce izlemiştim. Blogda ne yazayım diye düşünürken aklıma geldi ve bu sabah tekrar izledim ve yine ağladım. Bu aralar daha duygusal olduğumu kabul ediyorum ama bahse girerim ki her izleyenin göz pınarlarını nemlendirecek bir film Dear Frankie...

Film bir anne, 9 yaşındaki oğlu ve anneannenin taşınma sahnesiyle başlıyor. Çok sıklıkla taşınan Morrison ailesinin bu tavırlarının nedenini filmin ilerleyen sahnelerinde öğreniyoruz. Frankie, sağır. Hayatta en sevdiği şeyler, çeşit çeşit balıklar, başka deniz hayvanları, coğrafya dersi ve de babasından aldığı mektuplar. Frankie'nin babası bir gemide çalışıyor ve oğluyla tek iletişimi bu mektuplar sayesinde oluyor. Yeni okulunda edindiği bir arkadaşı ona birgün bir gazete kupürü getiriyor. Gazetenin haberine göre, babasının çalıştığı gemi çok yakında onların şehrine gelecek. Frankie bu habere seviniyor sevinmesine ama babasının mektubunda bundan kendisine neden bahsetmediğini anlayamıyor. Bu haberle ne yapacağını şaşıran başka biri de annesi Lizzie. Uzun süredir sürdürdüğü oyuna devam edebilecek mi yoksa bir yerde durup bütün gerçekleri Frankie'ye anlatacak mı?

Film, bir annenin evladını korumak adına nelere katlandığını, neler yaptığını, yapabileceğini bize gösteriyor. Bunun yanında aslında çocukların da biz anne-babalar belli etmemeye dikkat etsek dahi bizim dert ve sıkıntılarımızı nasıl da kolaylıkla anlayabildiklerini de gösteriyor. İnsanlardan bir darbe yediğimizde, tepkimizin içinde bulunduğumuz ve sorumlu olduğumuz diğerlerini düşündüğümüzde nasıl değişebileceğini görüyoruz. Ve de bir çocuğun dahi bizlere neler öğretebileceğini...

Dear Frankie biraz melankolik, biraz duygusal ama sonuçta çok hoş bir film. Filmin başrol oyuncusu Emily Mortimer, zaten çok beğendiğim bir oyuncuydu, bu filmle bunu bir kez daha ispatlıyor. Çocuk aktör sağır ve dilsiz rolünü büyük bir ustalıkla eda ediyor ve filmde tek konuştuğu sahnede onun gerçek hayatta da böyle olduğuna inanıyorsunuz. Normalde aksiyon filmlerinde görülen erkek oyuncu da rolünün gereğini fazlasıyla yerine getirmiş. Lizzie'nin annesi de süper. Filmle alakalı şu olmamış diyecek bir nokta açıkçası ben bulamadım. Umarım siz de izler ve beğenirsiniz. Muhabbetle...



Tuesday, May 26, 2009

UMUT



“Gözlerinden aldığım umutla devam ediyorum yola…

Sırlı camda gördüğüm bu akis,
Neden buğulu, nedir bunca sis?
Hep demiyor muyum sana,
Ruhunu koruyup kollasana!

Etrafta görmeye alışamadığın bu hengâme,
Sürüp gidiyor bak işte, kime ne,
Düşün, dinle, lakin bekleme,
Giydinse “kul” perdeni, başka libas isteme,
Yalnızlık mı?
Olsun,
Yeter ki ömrün O’nun nuruyla dolsun!

Gözlerinden aldığım umutla devam ediyorum yola,
Bana bir lahza olsun sokulsana,
Göreceksin bak,
Nefs kafesini kırdığında,
Dönüşecek hüzün, sevinçle yaşamaya,
Haydi, ne duruyorsun?
Davransana.

Söndürme şuleni, kapatma pencereni,
Yıkma ümit kalesini,
Gözlerin,
Gözlerin ki,
Benim en büyük özlemim…”

Kalbin akla, sîretin sûrete, için dışa seslenişi


KUTU




Bir sabah uyandım..Artık insan değildim...Ve o geldi...
Küçük ufacık bir zerreyken fark edebilir miydi beni? Odaya girdi… Etrafa dizilmiş sandalyelere, duvarda asılı tablolara, pencerenin açık kalmış camına, masanın üstündeki akşamdan kalmış boş su bardaklarına, çöp kutusuna bıkmadan usanmadan teker teker baktı… Çok sonra oturdu yanımıza…Hep baktığı gibi derin derin baktı uzağa… Ne zaman konuşacak olsam beni susturan gözleri ,şimdi ,konuş der gibiydi…
Kaderi derinlemesine sorgulayıp anlam veremediğim zaman; işte bu andı. Bunca vakit ,içimde biriken ona ait her şeyi ,cahil bir bilgelikle haykırmak isteyen ben; şimdi, tamda o konuş der gibiyken susmak zorundaydım…
Ben çaresizce dururken o sağımda ve solumda olanlarla bir şeyler verdi..Olduğum yerden çok iyi göremiyordum ama her verdiği not sanki biraz beni tamamlıyordu… Usulca kalktı, her zaman olduğu gibi başı önde, ağır ağır yürüdü… Hep olduğu gibi beni fark etmedi… Ben hep kaldığım gibi kaldım…
Artık olduğum yer daha da kalabalıklaşıyordu… Herkes bir şeyler söyleyip gidiyordu yanımdakilere.. Her söylenen beni biraz daha tamamlıyordu… Saatlerdir burada onca kelime ile oturup duruyordum… Yanımıza gelip gidenlerin çoğu yorgun metro istasyonlarından, çabuk geçen zamandan, zamanı avucunda tutamamaktan
, herkesin bir parça vefasız olduğundan konuşuyordu…
Bu kadar gelip giden içinde, ben, en çok ona gitme demek isterdim… Oturup gidişini izlemek aylardır öyle yormuş ki beni yine gitme diyemedim işte… O gittikten sonra, keşke biri bizi alıp götürse dedim… Bu şekilde yok olmak nasıl olur bilmiyorum ama işte yok olmak istiyordum…
İnsanlar ölür, çiçekler kurur, meyveler çürür…Peki ya ben ???
Bir gazetenin iç sayfasında, sütunlar arasına sıkışmış bulmaca karesi…
Ben nasıl yok olacaktım ???

Sunday, May 24, 2009

Duygular 2


Sevinç gözyaşlarına da üçüncü duygu teorisi cevap veriyor. 1960larda ortaya atılan iki faktörlü heyecan teorisine göre duyguların oluşmasında iki faktör etkili oluyor. Birincisi her zamanki gibi fizyolojik reaksiyon, ikinci faktör ise bilişimiz yani herhangi bir uyarana verdiğimiz fizyolojik reaksiyon hakkında yaptığımız yorum. Bu durumda eğer sevdiğimiz birisinden ayrıldığımız için ağlıyorsak bunu üzülme olarak yorumlarken sevdiğimiz birisine kavuştuğumuz için ağlıyorsak bunu da sevinç olarak yorumluyoruz.
İşte bu noktada dış uyaran hakkında yaptığımız yorumlar, vücudumuzda oluşan fizyolojik reaksiyona hangi duygu ismini vereceğimiz etkiliyor. Bu aşamada herkesin aklına acaba bir şekilde hernhangi bir fizyolojik reaksiyonuma farklı bir duygusal anlam yüklediğim olmuş mudur sorusu geliyor ki bu soru A. Aron ve D. Dutton’ın da aklına gelmiş. Ve sosyal psikolojide çok ünlü olan “köprü deneyi”ni yapmışlar.

Güzel bir kadın deneyci, Capilano Suspension Köpsüsü’nün bittiği yerde ya da tam ortasında durdurduğu erkek katılımcılara bir antek doldurtmuş ve herhangi bir soruları olursa arayabilmeleri için de telefon numarasını vermiş. Ve köprünün ortasında anketi cevaplayan katılımcıların deneyciyi arama oranı köprünün sonundakilerden daha fazla olduğu bulunmuş Ve tabii ki arayanlar anket hakkında bir şey sormaktanda deneyciden ne kadar hoşlandıklarını söylemek için arıyorlarmış. Peki sizce deneyci köprünün ortasındayken, köprünün bitiminde olduğundan daha mı güzel görünmektedir yoksa köprünün ortasında durup da sorulara cevap verenler yaşadıkları gerginliği ve bunun sonucu olan fizyolojik değişimi bir aşk belirtisi olarak mı yorumlamışlardır?

Duygular 1

Duyguların nasıl oluştuğu herkes tarafından merak edilen bir konudur. İçimizde neler oluyor da biz birşeyler hissetmeye başlıyoruz? Bu duygular nasıl, ne zaman ve hangi sırayla oluşur? Fizyolojik psikolojide işte bu konu üzerinde çalışmalar yapılmış ve ortaya bazı teoriler atılmış.
Temelde duyguların oluşması için lazım olan şeyler bir uyaran ve sempatik sinir sisteminin (SSS) harekete geçmesi. Burada SSSnin vücudumuzda ne gibi değişikleikler yaptığını not düşmem gerekiyor. SSSnin aktive olmasıyla birlikte vücutta bir alarm durumu olusuyor ve kalp daha hızlı bir şekilde atarak vücuda daha çok kan pompalıyor. Daha hızlı bir şekilde soluk alınıp veriliyor. Kan iç organlardan kaslara doğru harekete geçiyor. Terleme artıyor ve gözbebekleri genişliyor. Duyguların oluşması ile ilgili teorilere geri dönecek olursak, bu teorilerde tartışılan en önemli nokta uyarımın olması ile vücudun verdiği reaksiyonun sıralaması.
Duygular konusunda ilk teori 1880lerde ortaya atılan James-Lange teorisi olarak biliniyor. Bu teoriye göre önce vücud fizyolojik reaksiyon verir ve daha sonra duygularımız oluşur. Bu durumda biz ağladığımız için üzgünüzdür. Tabii ki zamanla bu teoriye eleştiriler gelmiş. İç organların görece daha yavaş çalıştığı ve duyguların vücudumuzdaki fizyolojik değişikliklerden daha önce ortaya çıktığı bulgulanmış. Bunun dışında sinir sistemi tahrip edilmiş farelerin buna rağmen hissedebildikleri bulgulanmış. Ayrıca bütün fizyolojik tepkiler aynı olduğu halde değişik duyguların oluşabilmesi de bu teoriye yöneltilen eleştirilerden.
Bu durumda 1920lerde ortaya yeni bir teori daha atılıyor: Cannon-Bard teorisi. Bu teoriye göre de süreç tam tersine işliyor. Önce duygularımız olusuyor ve sonra fizyolojik tepki veriyoruz. Yani üzgün olduğumuz için ağlıyoruz.
Peki nasıl oluyor da bazen ağladığımız zaman üzgün olduğumuzu düşünürken bazen de mutlu olduğumuzu düşünüyoruz? Sevinç göz yaşları ne anlama geliyor?

Saturday, May 23, 2009

'EVE KAPANMA, PAZARA ÇIK'



Bu günlerde neredeyse tüm gazetelerin verdiği bir haber var. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) önderliğinde başlatılan bir seferberlik haberi. 'Kriz varsa çare de var' seferberliği... TOBB ile birlikte Hak-İş, Türk-İş, TESK, TİSK ve
Kamu-Sen, TİM, TÜSİAD, MÜSİAD da bu kampanya seferberliğine katıldılar.Ve bir tanıtım toplantısı düzenlediler. Elbette ki amaç krizi aşmak. Bunun için bazı çareleri var.

Toplantıda konuşan TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu hazırlamış oldukları bilgirgeyi okudu ve ,Önceki krizlerden çok daha yaygın ve derin bir krizle karşıya bulunulduğunu, sanayi üretiminin Ağustos'tan bu tarafa hızlı bir şekilde küçüldüğünü
belirtti.Aynı zamanda son zamanlarda bir düzelme görülse de tüketici ve yatırımcı açısından hala bir güvensizlik olduğu belirtildi. Hisarcıklıoğlu, krizin etkilerini hafifletmek için milli gelirin yaklaşık yüzde 70'ini oluşturan hane halkı tüketimini canlı tutmak gerektiğini vurguladı.Yani tüketimi ve harcamayı bırakmayacağız. Hele de fiyatların aşağıya çekildiği şu dönemi iyi değerlendirmeli piyasayı canlandırmalıyız. Kulanılan kelimelerden biri de bilinçli tüketim. Bu da harcamalarımızı doğru zamanda yapma anlamına da geldiği gibi bu dönem ihtiyaçların karşılanması için makul bir dönem.


5 hafta sürecek kampanyanın ilk haftası tüketicilere yönelik ''Eve kapanma, pazara çık'' mesajıyla başlandı. sonraki haftalarda üreticiye, çalışana mesajlar da geleceği söyleniyor.

Bildirgede bu krzin diğer krizlere benzemediği, pek çok ülkede sektörlere ve çalışanlara zarar geldiği de belirtiliyor ve şunlar ifade ediliyor:

''Elbette kriz bir gün etkisini azaltacak ve sona erecek. İşte o gün krizden daha az hasar görmüş ülkeler, uluslararası rekabet yarışına diğerlerinden önde devam edecek. Türkiye de krizden etkilenen ülkelerden biri, tüketim ve üretim azalıyor, işsizlik rekor düzeyde, ama 'kriz varsa çare de var'. Ayağa kalkmak için bir fitilin ateşlenmesine ihtiyaç var. Ne kadar tek vücut olursak ekonomik gücümüz ve hedeflerimize ulaşma şansımız o kadar artacak. Öncelikle şunu anlamalıyız ki üretim-tüketim-istihdam birbirine bağlı, biri olmazsa hiçbiri yok.''

Tüürkiye'nin genç nüfusuyla üretimde ve tüketimde önümüzün açık olduğunu ve şanslı olduğumuzu da belirttikten sonra tüm dünyanın bizim ürettiklerimizi tükettiği de debelirtildi.

Toplum olarak biz de bu seferberliğe kulak vermeliyiz diye düşünüyorum. Bu krizin etkilerinden ülkemizi daha kısa sürede kurtarmak için yapılan çalışmaları değerli buluyorum ve atılacak adımları, yapılacak yatırımları hızlandırmalıyız diye düşünüyorum. Tabi ki bu ihtiyacımız olmadığı halde para harcamak anlamına gelmemeli. İşsiz sayısının da arttığı şu dönemde tüketim yapamayan bir toplum da söz konusu. Daha önce de belirttiğim gibi ertelediğimiz, almayı düşündüğümüz ihtiyaçlar için pazara çıkmanın tam zamanı.Hükümetin de bu yönde açıkladığı paketler olmuştu.
Sonrasında da kriz söyleminden artık kurtulursak firmalar da işçi alımına başlar veya hız verir diye umud ediyorum. ''ÖZVERİNİN ADI, ÜRETEREK VE TÜKETEREK EKONOMİYE CAN VERMEKTİR''

Saygılar...

Friday, May 22, 2009

BİT PALAS!!!


Geçenlerde ELİF ŞAFAK’ın ‘BİT PALAS’ kitabını okudum. Kitap gerçekten çok hoş. Yalnız bazı yerleri kafama takıldı.
Önce kitapta ki hikâyeden bahsedeyim okumayanlar için kısaca. Kitap İstanbul’da bir apartman dairesinde geçiyor. Bonbon Palas adındaki apartmanda yaşayanların gündelik yaşantılarının anlatıldığı bir roman. Her bölüm başlığında kapı numaraları ve içinde yaşayan kişinin adı yazıyor. Yazarımız da bu apartman da 7 numaralı daire de yaşıyor.
Şimdi kitabın 303.cü sayfasında şöyle yazıyor;
9 numara :Su Ve Madam Teyze
‘Böylece daha önce hiç yapmadığı bir şeyi yapıp, karşı dairenin zilini çaldı. Hiç ses gelmedi içeriden. Biraz bekledikten sonra, bu sefer çok daha uzun bastı zile AMA BUNU YAPMASI İLE PİŞMANLIK DUYMASI BİR OLDU dönmek üzereydi ki usulca aralandı 10 numaralı dairenin kapısı.
Diyeceksiniz ki eee ne var bunda.
Ama kitabın 306.cı sayfasında;
10 numara: Madam Teyze Ve Su
Zil çaldığında, sokaktan getirdiği torbaları boşaltmakla meşguldü.Madam Teyze irkildi.Sabahları ekmek dağıtmaya çıkan,ayda birde aidat toplayan Meryem dışın da kime çalmazdı kapısını.Aşağıdan yanlış basıldığına hükmetti önce.Ama beş on saniye sonra yeniden,üstelik uzun uzun çalınca zil,telaştan eli ayağına dolaştı.(bundan sonrası işte kafama takılan kısım)Boşalttıklarını tekrar torbaya doldurup,küçük odaya taşıdı.Nefes nefeseydi döndüğünde evin geri kalanını salondan ayıran buzlu camlı beyaz kapıyı kapattı ve ne olur ne olmaz,iki kez kilitledi.Güvez rengi kadife bir kurdelanın ucundan sarkan anahtarı,kilidinden çıkarttı ve nereye koyarsa koysun,nereye koyduğunu unutacağını gayet iyi bildiğinden,boynuna astı. Son bir kez salonu kolaçan ettikten sonra, tedirgin adımlarla yöneldi dış kapıya.

Şimdi kız yani Su kapıyı çalıp hemen pişman oluyor kitabın 73.cü sayfasında Madam Teyzeni 78 yaşında olduğunu da belirtmiş Elif Şafak. Peki kızımız kapıyı çaldığı gibi pişman olurken bu yaşlı teyze bu kadar sürede o daha henüz arkasını dönmemişken bu kadar işi nasıl yapıyor, ve hemen gidip kız kapıdan uzaklaşmadan kapıyı açıyor.
Soru 1. Bu sizce bu bir hata mıdır?
Soru 2. Yoksa ben mi çok abarttım?
Soru 3. ELİF ŞAFAK okuyucularını denemiş olabilir mi?
Yine kitabın başında yani tam olarak 13.cü sayfada ;
Can havliyle kamyoneti çemberin diğer yarısına doğru sürdüğünde, bu sefer de polisler tarafından durduruldu. Fakat tam o esnada karşı tarafın en ön sıralarından küçük bir kümenin yürüyüşe geçme kararı alması üzerine tüm polisler oraya doğru seğirtince, kamyonet sürücüsü de tutuklanmaktan son anda kurtulmuş oldu.
Kitabın sonunda 380.ci sayfa da ise
Tutuklanmadığını söylerken de yalan söylemiş saymıyorum kendimi. O günün akşamında serbest bırakıldı nasıl olsa.Ama kitabın başında adam işine devam ediyor emniyete gidip orada akşam etmiş.İnsan düşünmeden edemiyor, Elif Şafak gibi bir yazar hata yapmış olabilir mi???

Wednesday, May 20, 2009

Hindistan: Bir film, bir kitap...

En iyi yönetmen, en iyi uyarlama senaryo ve en iyi film kategorilerinde Oscar alan "Milyoner" filmi Hollywood'la Bollywood'un karşılaştğı bir yapıt olmuş. Bu film sayesinde gördüğümüz Hindistan'da yaşamak, hele hele de kenar mahallelerinde hayli zor. Film bence bir başyapıt değil, Amerika'da ve İngiltere'de bu kadar ilgi görmesinin sebebini de herhalde insanların farklılık arayışına bağlamak lazım.

Filmin İngiliz yönetmeni Danny Boyle'un diğer eserlerini izlemedigim için onlarla kıyaslayamıyorum ama tipik bir Hollywood-Bollywood sentezi olmuş bence.

Bombay'de gecekondu dahi diyemeyeceğimiz teneke evlerde yaşayan Jamal, abisi Samir ve annesi Müslüman bir aileye mensup. Filmin açılış sahnesinde Jamal'ı polis sorgusunda gorüyoruz. Katıldığı "Kim milyoner olmak ister?" yarışmasındaki tahmin edilemeyen başarısı akıllara hemen bir hile olabileceğini getiriyor ve yarışmanın işgüzar sunucusu tarafından polise ihbar edilen bu çaycı parçası nasıl olur da 2 milyon rupilik büyük ödüle bu kadar yaklaşabilirdi? Filmin bundan sonraki kısmında, Jamal'ın bu sorulara yaşadıklarını kullanarak nasıl cevap verdiğini görüyoruz. Bunun yanısıra, kenar mahallelerdeki hayatın zorluğuna, Hindu-Müslüman çatışmalarına ve bir ailenin parçalanmasına, annesiz babasız kalmış çocuklardan yararlanan dilenci çetelerine, mafya örgütlenmelerine, kardeşler arası sürtüşmelere ve onca olayın arasında filizlenen safi bir aşka tanık oluyoruz. Film bu sosyal tablolara dikkat çekmesi açısından başarılı, ama sonunda herşeyin güllük gülistanlık olması, ve sevenlerin birbirine kavuştuğu klişe Bollywood sahnesiyle inandırıcılıktan uzaklaşıyor. Yine de izlenebilecek bir film...





Eğer Hindistan hakkında ve kast sistemi hakkında daha gerçekçi bir tabloya şahit olmak isterseniz sizlere önerebileceğim çok güzel bir kitap var: A Fine Balance. Rohinton Mistry'nin üçüncü romanı bize daha gerçekçi ve de acı bir tablo çiziyor, kitabı ağlamadan bitirmek çok zor. Hikayeyi çok ele vermek istemediğim için kitabın özetini vermiyorum ama eminim ki kitabı bitirdiğinizde siz de Om ve Ishvar için üzüleceksiniz. Sürekli korku ve ümit arasında gidip gelen bu insanlar ve onlar gibi pek çoğu için hayat gerçekten de çok hassas bir denge istiyor. Sanırım bu bizim de çok yakından bildiğimiz bir denge oyunu...

Muhabbetle

BİR HİKAYE...



Bir hikaye başlatalım istedik..ama bu herkesin hikayesi olsun....Ben başladım..Aslıhan biraz devam etti..Şimdi sıra hepimizde.. bakalım nereye gidecek hikayenin sonu...
hikaye aşağıdaki gibi başlıyor... adı ne olsun...adını bitince koyalım... fikirlerinizi bekliyorum...sevgilerimle (:

(ben ) ...Denizin bir bardak çaya vurduğu serin bir mayıs sabahı,aceleyle çıktı kız evden...
(aslıhan'dan) Aklında, yetişmek zorunda olduğu final sınavı vardı. Gece geç vakitlere kadar çalışıp yorgunluktan bitap düşünce uyuyakalmış, hâl böyle olunca da sabah uyanamamıştı. Sınava nasıl yetişeceğini düşünerek koşuştururken vapura bineceği durağa gelmişti bile. Saatine baktı, çok az bir zamanı kalmıştı. Aceleyle turnikeden geçip yaklaşan vapura bindi ve açık havada boş bulduğu bir yere oturup denizi izlemeye koyuldu. Gözleri ve aklı çok sevdiği bu engin maviliğe dalınca, her türlü kaygısından bir anda kurtuluverdi. Sanki ne sınav ne de not endişesi kalmıştı. Bunları tamamen unutmuş, adeta farklı bir boyuta geçmişti. O an aklından geçenler ...

Tuesday, May 19, 2009

Domuz gribi hakkindaki son gelismeler

Friday, May 15, 2009

Raspberryli Sürpriz Pasta


Öncelikle yapımı çook zahmetli gibi görünsede tarifi okudukdan sonra hiçte göründüğü kadar zor değilmiş diyeceğiniz bir tatlı. Görüntüsüyle ve de tadıyla herkesi büyüleyen bir tarif, akıllarda kalan unutulmayan orjınal birşey yapmak isterseniz mutlaka denemeilisiniz.Heler bir kere yapıp misafirlerinize ikram ettiğinizde iltifatların, tarifini isteyenlerin ardı arkası kesilmeyeceği için devamlı yapmak isteğiniz bir pasta olacak.(Garanti:)

Bu pastayı Remziyeyle birlikte hem onun öğrenmesi hemde sizlere aşama aşama resmedeyim diye birlite yaptık. Öncelikle kendisine teşekkürü borç biliyorum krema yapımındaki gösterdiği sonsuz sabır için(Sabrın sırrı aramızda :)

Pastayı yaptık, kendimizide birgüzel davet ettirdik evine, oda sagolsun baya güzel ikramlar hazırlamış, en popüler olanlarını sizlerle en kısa zamanda paylaşacağım. Pastanın tarifini isteyenleri direk blogumuza yönlendirdiğim için, tarifini de sıcağı sıcağına sizlerle paylasaşayım istedim.

Malzemeler

Pandispanyası için
  • 4 Yumurta
  • 4 Kahve fıncanı toz şeker
  • 4 Kahve fıncan un
  • 1 paket kabartma tozu
  • 4-5 damla limon suyu
Keke sürmek için
  • Yarım kavanoz Raspberry reçeli
  • 4-5 çorba kaşığı incir veya kayısı reçeli
Yapılışı

  • Şeker ve yumurtaları bembeyaz krema olana kadar en az 10 dakika çırpın. Sırasıyla kabartma tozu, limon suyunu ve en son unu ekleyin.
  • Yaglı kağıt serilmiş tepsiye kek karışımını dökün.
  • 350F de 15 dakika pişirin ( Pişip pişmediğimi kürdan yardımıyla kontrol edebilirsiniz. Islak çıkarsa pişirmeye devam edin)


  • Tezgahı kekin büyüklüğünde strech wrap sermeden önce tezgahı ıslatın ve strech wrapı serin.
  • Strech wrapın üzerine de çok az su serpinve kek olan tepsiyi ters çevirin.
  • Yağlı kağıdı kekin üzerinden sıyırın. (sıyrılmakta zorluk çekerseniz kağıdın üzerini ıslatın)
  • Yarım kabanoz raspberyy reçelini kekin üzerine sürün.
  • Kekin kenarından sıkıca sarmaya başlayın.
  • Keki rulo haline getirince üzerine strech wrapla kaplayıp buzlukda en az 2 gün bekletin. (1 ay kadar da buzlukda saklayıp tazeliğini muhafaza edebilirsiniz)
  • Rulodan ince dilimler kesin.
  • Çukur bir karıştırma kabının içini strech wrapla kaplayın.
  • Dilimlediğiniz parçaları kaseye dizin.
  • Kremasını hazırlayıp kasenin içindeki keklerin üzerine dökün.
Kreması için (Kendi isteğiniz çok cıvık olmayan herhangi bir kremayı da deneyebilirsiniz)
  1. 250-300 gr beyaz çikolata. (Bıçakla ince ince keserseniz daha kolay eritirsiniz)
  2. 1,5 cup heavy cream
  3. Kaynatmak için su.
Yapılışı
  1. Hevay Cream crema haline gelene kadar mikserle çırpın.
  2. Beyaz çikolatayı benmari usulü eritin (Küçük bir kapta suyu kaynatırken kabın üstüne bır kase koyup çikolataları eritme işlemi)
  3. Üzerine eritilmiş ve ılımış beyaz çikolatayı dökün ve mikserle karıştırmaya devam edin. Eğer karışım cıvık olur katılaşmazsa 1-2 yemek kaşığı pudra şekeri ekleyerek karışımı katılaştırabilirsiniz.
  • Kremanın üzerini kalan kek dilimleriyle kapatın.
  • En üstü kurumasın diye strech wrapla kaplayıp üzerine tabak koyun ve buzdolında en az 1 gece bekletin.
  • Servis yapacağınız gün tabağa alıp keki ters çevirin ve üzerine kayısı veya incir reçelini fırça yardımıyla sürün.

Afiyet olsun :)

**Aynı tarifin iki farkli alternatif resmini de ekledim :)


ŞAİR'E AÇIK MEKTUP



Bir mektuba başlamak zaten en kötüsü… yazdığın kişinin gitmiş olması demek mektuba başlamak….




İlk defa telaşsız bir mektup yazıyorum... Yetişmesi gerekmiyor mesela önemli bir günden önce... Yâda adrese ulaşır mı acaba kaygısı yok… İlk defa benden bu kadar uzakta olan birine yazıyorum…Sana ilk defa yazıyorum.. Sana ilk defa bir mektup yazıyorum... Aslında çok yazdım lisede günlük diye kullandığım ‘Bütün Şiirleri’ kitabına… Ama bu sefer farklı işte…
Nasıl başlanır sana yazılan bir mektuba bilmiyorum ki… Sana yine seninle başlamalı en iyisi…

‘İçkiye benzer bir şey var bu havada
Kötü ediyor insanı kötü
Hele birde hasretlik oldu mu serde
Sevdiğin başka yerde sen başka yerde
Dertli ediyor insanı dertli…’

Şimdi senden zamansız bir uzaklıktayım… Oturup seninle ‘kış kıyamet’ Macar lokantasında oturmayı ne çok isterdim… Yazdıklarını,kızdıklarını,güldüklerini,öfkeni,sevincini konuşmayı ne çok isterdim…
Diyorsun ya hani;
‘Bakma fakirmişim, kimsesizmişim
-akşamüstü benim de sevdalar geçti başımdan’ diye..İşte o sevdaları konuşmak isterdim…Nedir derdim üstadım şu akşamüstünün güzelliği…İnsanı mahveden havalardan, degüstasyona gelmeyen şu vefasız Canan’dan konuşurduk..’yine dertli geçirdim şarkılarla türkülerle geceyi’ dediğin vakitleri konuşurduk..

Bak aslında en çok neyi merak ediyorum biliyor musun gerçekten Süheyla’ya vurulup hem de Elenie’yi öptün mü tramvayda… (: sen gittikten çok sonra bestelenen şiirlerinden biri de bu… Levent yüksel söylüyor. Bakma herkes Süheyla’ya vurulup elini öptüğünü düşünüyor ama seni bilenler biliyor merak etme onun Eleni olduğunu ... Sen bu devirlerde yaşıyor olsaydın eğer nasıl olurdu her şey çok merak ediyorum... Haberlerde sosyetenin çapkın şairi olarak geçerdin herhalde (:

Şiirlerin olay olurdu mesela..Bu aralar gündem pek karışık..Siyaset,ekonomi yeni seçilen bakanlar kurulu…Sarmaz sıkar seni..Sen dersin ki ;
‘Gün gelir alır başımı giderim
Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda’

Mesela bak bu şiirde bestelendi…Bu arada sen öldükten sonra çok meşhur oldun çok konuştular arkandan söylemedi deme…Saçmaladığını düşünenler yok değil..İstersen söylerim sana arkandan konuşulanları.. (:

Peki ya sen ister miydin benimle konuşmayı?Epeyce yaklaşıp anlatamadıklarını anlatır mıydın bana…Tarifsiz kederler içinde bir garip Orhan Veli, söylesene nelerden konuşurduk seninle..

Bu sana yazdığım ilk mektup ... Çok uzaklara ulaşılmaza yazdığım tek mektup…Böylesine zamansız bir uzaklığa yazılmış bir mektuba nasıl son verir ki insan ...
Kendine iyi bak diyemeyeceğim...Ya da acele cevap... Ellerinden öperim tanıdıklara selam da diyemeyeceğim...
Sana yazılanı yine seninle bitireyim…
Hereke’den çıktım yola
Selam verdim sağa sol
Haydi,benim bu dünyaya garip gelmiş şairim
Yolun açık ola!’
Sevgilerimle
Öznur Yaman

Thursday, May 14, 2009

Amerika'da Aileler Tekrar Beraber Yaşamaya Başladı

Kötüye giden ekonomi bir taraftan işten çıkarmaların artmasına, evlerin değerlerini kaybetmesine, iflasların artmasına sebep olurken, diğer taraftan Amerika’daki aile yapısının değişmesinde de büyük bir rol oynuyor. Amerika’da insanlar artık hem maddi anlamda biraz rahatlamak hem de evlerini kaybeden akrabalarına, arkadaslarına destek olma adına, aynı çatı altında yaşamayı tercih ediyorlar. Kardeşler mortgage ödemelerine yardım edebilmek için beraber yaşamaya başlarken, evlerinden ayrılan gençler de anne babalarının yanına geri dönüyorlar. Boşanma arefesinde olan çiftler bile boşanmalarını bir süreliğine erteliyor kriz sebebiyle.
Beraber yaşamaya başlamaların en önemli sebebi, evlerini kaybedenlerin gidecek başka bir yerinin olmaması. Krizin başladığı 2007’den itibaren evsizlerin sayısının artmış olması da bu gerçeği destekliyor. Araştırma sonuçlarına göre, evlerini kaybedenlerin yüzde 76’sı aileleriyle ya da arkadaşlarıyla yaşamaya başlıyor. 2007 yılı sayım verilerine göre, aynı evi paylaşan kardeş sayısı 2000 yılında 3 milyonken, 2007 yılında 3.5 milyona ulaştı. Aileleriyle beraber yaşayan gençlerin sayısı 2.3 milyondan 3.6 milyona ulaştı. Teyze, hala, kuzen gibi akrabalarla yaşayanların sayısı ise 2000 yılında 4.8 milyon iken, 2007’de 6.7 milyona ulaştı.
Uzmanlar, özellikle iki grubun, ilk defa ev alan genç ev sahipleri ve yaşli Amerika’lı ev sahiplerinin, krizin etkilerini diğerlerinden daha çok hissettiğini vurguluyor. Bunun sebebi, evlerini kaybeden yaşlı Amerika’lıarın başka bir ev almak için finansal kaynaklarının olmaması. Bunun sonucunda, önceden yaşlı anne babalarına maddi destek sağlayan yetişkin evlatları da masrafları artık karşılayamadıkları için ailelelerini kendi evlerine getiriyorlar ve beraber yaşamaya başlıyorlar.
Diğer grup olan genç ev sahiplerinin ise çoğu 2000-2005 yılları arasındaki ev satışlarında büyük bir artış olan dönemde ilk evlerini alanlardan oluşuyor. Bu genç ev sahiplerinden bazıları artan mortgage fiyatlarından, bazılari da iş kayıplarından dolayı mortgage ödemelerini yapamıyorlar. Sonuçta, foreclosure’a düşen evlerini bankaya teslim etmek zorunda kalıyor, akabinde de tekrar ailelerinin yanına taşınıyorlar.
Amerika’da ailelerin tekrar beraber yaşamaya başlamalarının uzun vadeli etkileri araştırmalarla ortaya çıkacaktır. Fakat kısa vadede, özellike bu iki gruba, aileleriyle tekrar yaşamaya başlayan gençlere ve evlatlarıyla yaşamaya başlayan yaşlılara çok iyi geleceğini ifade ediyor uzmanlar.

Wednesday, May 13, 2009

Elmalı Çiçek Kurabiye

Çok sevdiğim bu tadı paylaşmak istedim bu hafta. Elmayı nedense tazesinden ziyade, kekin kurabiyenin içinde daha çok tüketiyorum.

Aynı hamurla iki farklı alternatif sizlerle başbaşa...



Malzemeler
  • 2 stick ( TR için1 Paket) Tereyağı (isterseniz tuzsuz margarinde kullanabilirsiniz)
  • 1 çay bardağı sıvıyağ (Tercihen canola oıl veya zeytinyağı)
  • 1 çay bardağı yoğurt
  • 1 çay bardağı pudra şekeri
  • 1 paket kabartma tozu
  • 3-4 damla limon suyu veya sirke
  • 1 paket vanilya
  • aldığı kadar all purpose un
İç Malzemeleri
  • 3-4 tane büyük boy elma
  • 5-6 yemek kaşığı toz şeker.
  • 1 yemek kaşığı tarçın (Piştikden sonra ekliyorsunuz)
  • 1 çay bardağı ince ince kesilmiş kuru üzüm (Golden raisins)
  • 1 çay bardağı dövülmüş ceviz (isteğe bağlı daha az veya daha fazla ekleyebilirsiniz)
  • Ayrıca istediğiniz kuru meyveleri küçük küçük kesip ilave edebilirsiniz.
Hazırlanması

  1. Önce elmalı içi hazırlıyoruz.
  • Elmaları rendenin iri tarafıyla rendeleyin.
  • Pişireceğiniz kaba alın ve elmaların üzerine şekeri ilave edin ve elmalar suyunu çekene kadar pişirin.
  • İnce ince kestiğiniz üzüm veya kuru meyveleri ilave edin
  • 5 dakika daha pişirdikden sonra cevizi ekleyip ocağın altını kapatın.
  • Elmalar ılıdıkdan sonra tarçını ilave edin ve soğumaya bırakın.
  • Elmaların kararması için 4-5 damla limon suyu sıkabilirsiniz ya da daha ekşi bir karışım içinde limounu kullanabilirsiniz.
  1. Tereyağı ve pudra şekerini krema haline gelene kadar elinizle veya çatalla çırpın.
  2. Kabartma tozunu limonla veya sirke ile kabartın.
  3. Diğer malzemeleride ekleyerek yumuşak bir hamur yoğurun.
  4. Hamurdan küçük parçalar kopartıp elinizle hafif açın.
  5. Ortalarına elmalı içten koyup önceden yağlanmış tepsiye dizin.
  6. Farklı şekillerde vererek de elmalı kurabiyelerinizi yapabilirsiniz.
  7. 350 F de yaklasık 15-20 dakika pişirin (pişirme süreniz fırınınızın kalitesine (Yaşına) göre daha az veya daha fazla olabilir)
  8. Fırından çıkdıkdan sonra Üzerine pudra şekeri dökerek servis yapın.
Ikinci Alternatif ise oldukça pratik, Yukarıdaki verdigim ölçüden bir buyuk tepsi ve de bir kek kaliplik elmali pay cikiyor. (Yukarıdaki ölçünün hepsini pay yapmak için kullanmayın sakın)


Açıkçası elmalı harcım bitince ve hamur artınca benımde aklıma pay yapma fikri geldi.

İlk defa denediğim ama tadıyla güzel olan bu görüntü çıktı ortaya

  • Kelepçeli kek kalıbının yağlayın.
  • Pay hamurunu ince bir şekilde açın veya elinizle bastırarak kalıbın heryerini hamurla kaplayın.
  • üzerinde ince ince dilimlenmis elmaları dıştan başlayarak içe doğru dizmeye başlayın.
  • Üzerlerine 4-5 kaşık toz şeker serpin. (İsteğe göre daha az veya fazla)
  • Fındık, ceviz, ince ince kesilmiş kuru üzüm, meyveleri üzerine serpin.
  • En son tarçın serperek önceden ısıtılmış 350f fırında 20 dakika pişirin (Fırın kalitenize göre daha az veya daha fazla olabilir pişirme süresi, ben ortalama bi zaman verdim)
  • Fırından çıktıkdan sonra ılımasını bekleyin.
  • Ilıdıkdan sonra üzerine pudra şekeri serperek servis yapın.

Afiyet Olsun

Walden Two Toplumu 2

Walden Two’da aile kavramı ve sosyal yaşam da farklı. Gençler hiçbir şekilde cinsel isteklerinden dolayı engellenmiyorlar ve daha henüz 15-16 yaşlarında iken çocuk sahibi oluyorlar. Fakat çocuklar halihazırda komünal olarak büyütüldüğü için anneye hiç bir zorluğu olmuyor. Çocuklar için kurulmuş bakım evleri mevcut ve burada bebekler kendileri için en uygun ortamda toplu olarak yaşıyorlar. Ve davranış mühendisliği burada kendini gösteriyor. Çocuklar ödül ve ceza yöntemi ile koşullanarak öfke, kıskançlık gibi olumsuz duygulardan tamamen arındırılıyorlar ve hayal kırıklıklarına ve engellenmelere karşı dirençli hale getiriliyorlar. Ve 13 yaşında, yetişkinlerle birlikte aynı ortamda yaşamaya hazır oluyorlar. Ayrıca deneysel çalışmaların sonucunda ayrı yaşayan çiftlerin daha uzun süre mutlu bir evlilikleri olduğu bulunduğu için Walden Two da çift ayrı odalarda kalıyorlar. Ve nihayetine bakıldığında ise toplumdaki herbir birey son derece mutlu, üretken ve tatminkar.

Buradan bakıldığında böyle bir toplumun insanı rahatsız eden bir yanı var. Laboratuar fareleri gibi koşullanarak gelen mutluluk sanki gerçek değilmiş gibi geliyor. İnsanın özgür iradesi ve vakarı hiçe sayılıyor. İnsanı ise sırf davranışlarından ve çevrenin ona verdikleri doğrultusunda şekillenen edilgen bir yaratık olarak görmek ise yeterince bunaltıcı oluyor. Fakat 1945te yazılmış olan bu roman ile 2008de yapılmıs ve neredeyse benzer bir toplum öngören, bahsettiğim belgeseldeki Venüs Projesi yıllar geçse bile bilimin niye aynı yerde saydığı konusunda merak uyandırıyor. Kabul ediyorum ki şuanki sistem de pek iç açıcı sayılmaz ama insanın içi ile dışını, kalbini, ruhunu ve beynini bütünleyen başka bir sistem olmalı. Ama nasıl?

Walden Two Toplumu 1

Geçenlerde izlediğim Zeitgeist Addendum adlı belgesel (Bu websitesinden Türkçe altyazılı olarak izleyebilirsiniz: http://video.google.com/videoplay?docid=-3127984250073808259&ei=UcAHSqneGoH4-wH9n_XkCg&q=zeitgeist+addendum+t%C3%BCrk%C3%A7e&hl=en) bana bir kaç yıl önce okuduğum bir kitabı hatırlattı. Kitabın adı Walden Two ve psikoloji biliminin babalarından biri olarak kabul edilen B. F. Skinner tarafından yazılmış bir ütopya. Skinner katı bir davranışçı olarak bilinir yani insanların sadece gözle görülebilen davranışlardan ibaret olduğunu ve ödül-ceza yöntemi ile davranışlara istenilen şeklin verilebileceğini savunur. Tabii ki Walden Two ütopyası da böyle bir davranış mühendisliği sonucunda oluşturulmuş bir toplumu anlatmakta.
Walden Two küçük experimental ve komünal yaşam süren bir toplum. Bu toplum, bilimsel veriler ve geliştirilmiş son teknolojiler doğrultusunda yaşamı en kolaylaştıracak şekilde dizayn edilmiş. Para diye bır kavram yok, sadece bu toplumda yaşabilmek için günde sadece dört işçi kredisi kazanmak yeterli. Bu da ortalama günde dört saat çalışmaya tekabul ediyor ve bu sayede Walden Two’daki her türlü imkanlardan faydalabiliyorsun. Peki dört saat bir toplumun bütün işlerinin görülmesi için nasıl yeterli oluyor? Yeterli oluyor çünkü dışdünyada zaman çok fazla israf ediliyor,mesela deneysel olarak günlük çalışma verimi ilk dört saat çok yüksekken ikinci dört saatte fazlasıyla düştüğü bulunmuş. Bunun dışında dışdünyada pek çok işsiz insan olduğu için iş sahipleri daha fazla çalışmak zorunda kalıyor. Ayrıca insanlar patronları için değil de kendileri için çalıştıklarında çok daha verimli işler ortaya çıkarıyor. Zaten Walden Two’da bankacılık, reklamcılık gibi para ile ilgili mesleklere ihtiyaç olmadığı için ayrıca yemekler birlikte yendiği ve ev işleri yapmak gerekmediği için bu tip işlere ayrılan iş gücü de direkt olarak dışdünya da 8 saat olan günlük çalışma zamanını Walden Two’da dörde kadar düşürüyor. Bu durumda insanlar kalan boş zamanlarını; ki bu zaman, dışdünyadaki bir lütuf olarak algılanan“boş zaman” gibi değil, bilim ve sanat gibi şeylerle geçiriyor. Ve tabii ki herşey öğrenilebildiği için doğuştan getirilen yetenek diye bir anlayış yok, insanlar yeterince zaman bulup pratik yapabildikleri için dünyaca ünlü sanatçılara taş çıkarabilecek eserler ortaya koyuyorlar.

Monday, May 11, 2009

SYM III

Bebekler

Klasik aşk hikayeleri vardır ya sevenler kavuşamaz ve sonunda ölmeyi tercih ederler. Aslında çok dokunaklı gibi görünse de bence bu tip aşıklar kolaya kaçanlardır. Ne oldu, öldün bitti. O aşktan payına düşeni yaşamadın. Belki o acıya katlanmak gerekiyodu. Gerçekten aşıksan o aşkın sana reva gördüğü herşeyi başın gözün üstüne kabul etmen ve teslim olman gerekiyordu. Işte Bebekler (Dolls; http://www.imdb.com/title/tt0330229/) böyle, tam teslim üç aşkın ve aşığın hikayesini anlatıyor.
Filmdeki ilk hikaye Matsumoto ve Sawako’nun hikayesi. Matsumoto ve Sawako birbirlerini çok seven genç bir çifttir. Fakat Matsumoto’nun ailesi onu zengin bir ailenin kızıyla evlendirmek ister ve paranın ve makamın çekiciliğine kapılan Matsumoto bu kızla evlenmeyi kabul eder. Tam düğün günlerinde Sawako’nun intihara teşebbüs ettiğini öğrenir ve düğünü terk ederek Sawako’nun kaldırıldığı hastaneye gider. Sawako’yu hastaneden çıkarır ve onlar için zorlu bir yolculuk başlar.
İkinci hikaye emekli bir Yakuza patronu olan Hiro ve otuz yıl önce fakir hayatından kurtulup zengin olma hayalleri ile büyük şehre göç etmek için terkettiği sevgilisi Ryoko hakkında. Hiro otuz yılın sonunda eski sevgilisi aklına gelince onu bulmak için eskiden her hafta buluştukları parka gider ve gördüklerine inanamaz.
Üçüncü hikaye ise ünlü bir şarkıcı olan Haruna ve onun en sadık fanlarından biri olan Nukui’nin hikayesi. Haruna bir gün geçirdiği bir trafik kazası sonucunda gördüğü hasardan dolayı şarkıcılığı bırakıp kimseyle görüşmemek için kendi dünyasına çekilir. Nukui ise ona olan sadakatinin gereğini yapar ve onu bir kere daha “görmek” ister.
Film oldukça yavaş akarak ve yönetmenin yakalamış olduğu en güzel renkler ile en güzel manzaraların birleştiği bir sanat filmi tadında ilerlemekte ve bende, bu kadar etkileyici hikayeler olmasa bile bu sahneler için izlerdim bu filmi hissi uyandırmakta. Ve sonunda film bittiğinde ise benim için hala devam etmekte, kafamın ve kalbimin bir köşesinde içimi tırtıklamakta.

BİR TREN,,BİR İSTASYON,BİR KADIN




İnsanlar gülüyordu tren de otobüs de
Yalan da olsa hoşuma gidiyor söyle
Hep kahır..hep kahır..

Tuhaf bir mutlukla çıktı evden.Bunca yıl misafiri olduğu tren garının ilk defa ev sahibi olacaktı.Bu sıradan kabul günü ev sahipliğinden farklı,bütün hakimiyetlerin üstünde bir ev sahipliğiydi. Kendini misafir edecekti ve kendi gibileri.
Ruhu ile bedenin birbirine tamamen zıt kavgalı iki kardeş gibi ayrı olduğu bu yolculuğa karar verdiği an,hem birlikte yaşamak zorunda olduğu hem de beraber yaşamaktaki zorunluluk durumunun verdiği sinir bozucu hali yaşadığı andı.Daha ay mum rengi hüznünü yaymamıştı ki geceye hızlıca kalktı yatağından.Önce lavaboya gitti elini yüzünü yıkadı.Aceleci çocuklar gibiydi su eline değmeden akıp gitti.
Salona en sevdiği köşeye gitti.Pencere kenarına…Cama yansıyan suretini izledi.Ufak ufak yüzünde beliren çizgiler geçmişinin haritası gibiydi. Bir vakit izledi yüzündeki vadileri ovaları, vazgeçip büyürken kesmek zorunda kaldığı ama yine de köklerinin izi yüzünde kalmış ağaçları.
Dönüp arkasına baktı yeni okumaya başladığı kitabın kapağında yazan ismi okudu ‘James Baldwin – Ne Zaman Gitti Tren?’
Sahi dedi, tren ne çabuk geçip gitti onca istasyonu? Duraklar arası mesafe bu kadar uzunken o nasılda fark etmemişti bu yolculuğu. Hızla ayrıldığı yatağına usulca döndü. Yorganı tüm bedenini saracak şekilde çekti üstüne.Tehlike anında ki kaplumbağa gibiydi tıpkı kabuğuna çekilen.
Uyandığında güneşin sıcaklığını hissetti bedeninde. Yerinden kalktı hazırlandı.İşte o tuhaf mutluluk belirmeye başlamıştı yüzünde.
Tren istasyonu festival alanı gibiydi. Her şey istediği gibiydi belki de istediğinden fazla.Yolculuk başladığında ilk istasyon durağı şarkısını çalmaya başlamıştı.
‘Bir garip seyyahım amma
Kendime göçerim’
Bu istasyondan binenlerin yanında hep birileri vardı. Ellerini sıkıca tutan her hareketine gülümseyen. Ve yalnız binenlerde vardı sahipsizlikleri ceplerinde ki kimlikte değil gözlerinde yazıyordu eski Türkçe ile.Başını önüne eğdi bu kimsesizlik hali hiçbir çekime benzemiyordu Türkçedeki.Sonra ki 6 istasyon boyunca hiç bakmadı arkasına.Oysa bunlar ilk misafirleriydi. 7.ci istasyonda indi ilk kendi ve kendi gibiler.
Tren yeni misafirlerini ağırlıyordu şimdi. Binenlerin hepsi ya siyah giyinmişti ya mavi. Herkesin dudağında bir şiir ‘Türküm doğruyum büyüklerimi sayıyorum’ diyorlardı. Hep bir ağızdan konuşuyorlardı ne sorulsa söz almadan cevap vermiyorlardı.Bir askeri tabur gibiydiler. Hepsinin arkasında bir el vardı onları yolcu eden. Sanırım bu onların ilk yolculuğu idi tek başına çıktıkları. 8 9 10 11…daha fazla dayanamayacaktı bu çok konuşan trende ayak basılmadık yer bırakmayan kendi ve kendi gibilere.
13.cü istasyon da inen ve çok konuşan yaramazlara muzip bir gülümsemeyle el salladı. Hava da kalan eli henüz inmemişti ki sessiz bir topluluk bindi trene.Bu grupta kadın ve erkek ayrımı yapılıyordu.Bir grup bir diğer grubu çekemiyordu.14 15 16…misafirleri arasında ki buzlar eriyordu yavaş yavaş..bütün kadın ve erkekler daha bir yaklaşıyordu.
17.ci istasyonun rengi biraz farklıydı ikindi kuşları bir müzikal sunuyordu treni bekleyen yolcularına. Hepsinin kalbi elindeydi bindiklerinde. Kiminin ki kırık dökük kiminin ki ise bir çiçek bahçesini andırıyordu. Kendini gördü bir köşede inceden inceye ağlarken.kendi gibilere bakmadı ilk defa, önemsemedi binecek yolcularını.Kendinin elinden tuttu.saçlarını okşadı. Elindeki kırık dökük kalbe baktı kendinin.
Sevdiğim insanlara kızabilirdim
Eğer sevmek bana mahzun durmayı öğretmeseydi
Beraberce sustular taki 18.ci istasyondan binen maskeli balo sakinlerine kadar aceleciydiler iki durak sonra ineceğiz dediler. Hepsi kendinden çok farklı olmak istedikleri kişiler olmuştu. Her an kavga etmeye hazır holigan bir taraftar grubu gibiydiler. Bağlandıkları her şeye tutkuyla bağlanmışlardı zevkleri istekleri kıyafetlerinden sarkıyordu.20.ci istasyon da indiler büyük bir gürültüyle.
21.ci istasyonda binenlerin ellerinde kitaplar vardı broşürler tablolar...hepsi birbirinden farklıydı. Resim,şiir,yazı,futbol,siyaset,ekonomi,film..kendini aradı kendi gibilerin içinde. Elinde ki kitabı görünce gözleri parladı Bir garip Orhan Veli..kendinin elinden aldı kitabı sayfalarını karıştırdı,günlük diye kullandığı kitabı özenle eline verdi kendinin. Tek şey vardı o kitaptan aklında
Bakakalırım giden gemimin ardından
atamam kendimi denize dünya güzel
serde erkeklik var ağlayamam.
Bundan sonra ki her istasyon başka bir yazar başka bir şair başka bir filmle bindi kendi ve kendi gibiler.kendini ilk defa böylesine yakın hissetti misafirlerine.
25.ci istasyon yolcuları 30.cu istasyondan bahsediyor daha önce hiç kurulmamış cümleleri sarfediyorlardı. Kendinin dinledi uzun bir süre nasılda pervasızca savunuyordu değerlerini misafirleri birbirlerini dinlemeyi öğrenmişti bu 25.ci istasyonda.Bu misafirlerin hepsinin elinde kalın sözlükler vardı. İçinde ki enkazları kaldıranlar ve yenilerini yapmaya çalışanlarla doluydu vagonlar hepsi en ağır işçiydi gözünde kendi de dahil.
27.ci istasyona geldiğinde indi kendiyle…dönüp trene baktı hüzünle el salladı gidenlere.işte tüm yaşadıklarından elde varı biri kendiydi..bir kendi daha ekleyememiş olmanın derin kederiyle seslendi uzağa ;
insanlar gülüyordu tren de otobüs de
Yalan da olsa hoşuma gidiyor söyle
Hep kahır..hep kahır

Sunday, May 10, 2009

Çocuk Resimlerinde Eksik Bırakılan Çizgiler

Bir önceki yazımda resimlerin detaylı yorumlanması için ip uçlarının nasıl kullanılması gerektiğine dair bilgiler vermiştim. Bu yazımda Eksik Bırakılan Çizgilerin ne anlama geldiğine dair bilgilere yer vermeye çalışacağım.


Bazı çocuklar resimlerini bütünüyle tamamladıkdan sonra yorumlanması için bir yetişkine göstermeyi yeğlerken, bazıları resimlerini kendilerince tamamlayıp ama genelde eksik kısımlar bırakarak yaptıklarını göstermeyi yeğlerler. Herzaman olmasada çoğunlukla çocuklar endişe duydukları beden kısımlarını veya yakından ilgilendikleri kısımları eksik bırakabilirler.

Çocuklar hangi beden kısımlarını eksik bıraktıklarında resme nasıl bir anlam yüklememiz gerektiğine bakacak olursak şu şekilde gruplandırabiliriz.


Eller: Ellerin çizilmemesi gövensizliği, çevreye uyumda güçlük çekilmesini simgeler.

Kollar: Kolların resimde olmayışı, güvensizliği dile getirmektedir. Kollar güç ve kuvvetin simgesi olfuğu için, kolların çizilmemesi güç ve kuvvetin azlığını belirler.

Bacaklar: Bacaklar bedeni destekleyen, güçlendiren organlardır. Çocuk resminde bunların bulunmaması, çocuğun kendini desteksiz ve hareketsiz olarak algılamasıyla eşanlamlıdır.

Ayaklar: Resimde ayakların yokluğu çocuğun kendini güvensiz ve yardımsız hissetmesi anlamına gelir.


Burun: Burun güç savaşımının simgesidir resimde. Burun yokluğu Çocuğun güçsüzlüğünü gösterir.

Ağız: Bir iletişim organının resimde çizilmemesi başkalarıyla ilişki kurmakta zorluk çekildiğini gösterebilir. Bazı astımlı çocukların da resimlerinde ağız figürünü ihmal ettikleri dikkatimizi çeker.

İnsallah bir sonraki yazımda çocuğun resim etkinliği karşısında anne babanın rolünün neler olması gerektiği konusunda bilgiler vereceğim

Saturday, May 9, 2009

Tek Lokmalık Minik Toplar



Haftalardır çok yoğun günler geçirdiğim için bu yoğunluğun içerisinde bütün işlerim son anda yapılmayı bekler oldu.

Dünde bu bahsettigim günlerden biriydi, akşam davetli olduğum yere eli boş gitmesem gayet şık olacaktı ama davete bir iki saat kala da harikalar yaratamazdım :( şöyle bir mutfağı kolaçan ettiğimde bulduğum malzemelerden bu harika tadlardaki minik toplari ortaya çıkarttim.

Birebir tarifi uygulayamabilirsiniz bendeki malzemelerden sizde olmadığı için, ama evdeki kullanamdığınız malzemeleri değerlendirerek harika şeyler elde edebilirsiniz.

Sıra geldi yiyenlerden tam not alan bu tarifi sizlerle paylaşmaya.

Malzemeler
  • 5-6 adet biscotti (Robotdan geçırılmış)
  • 1 çay bardağı fındık veya ceviz kırığı
  • 5-6 kaşık whipped cream (Veya 1 poset krem şanti kakaolu ya da sade olması tamamiyle sizin damak zevkınıze bağlı)
  • 1 kahve fincanı beyaz damla çikolata
  • 1 kahve fincanı kakaolu damla çikolata
  • 1 kahve fincanı çikolata kaplı üzümlü draje (veya sadece kuru üzüm)
  • 3-4 Çorba kaşığı rasberry reçeli ( veya vişne reçeli- Çilek reçelini tavsiye etmiyorum cok tatlı 0luyor)
  • 2-3 adet küp şeklinde kesilmiş kuru incir (Dilediğiniz kuru meyveleri de ilave edebilirsiniz)
  • Kek (Geçen yaptığım kubbe pastadan artan kekimi kullandım siz herhangi bir keki kullanabilir veya petıtböre bisküvi ilavesiyle kek alternatifini bu şekilde değerlendirebilirsiniz.)
  • 1-2 Çorba kaşığı findik ezmesi
  • 1-2 Çorba kaşığı Nutella

Üstünü süslemek için
  • Kuru hindistan cevizi
  • fındık veya ceviz
  • Kakao
Yapılışı

  1. Bütün malzemeleri karıştırma kabına alıp, elinizle yoğuruyorsunuz.
  2. istediğiniz büyüklükte parçalar kopartıp yuvarlak şeklini veriyorsunuz
  3. Tabağa yerleştirmeden önce hindistan cevizi dolu tabağın içine topu atıp kasede yuvarlıyorsunuz.
  4. Servis yapmadan önce en az 1 saat buzdolabında bekletiyorsunuz.
Afiyet olsun.

Bir sonraki tarifte buluşmak dileğiyle

Friday, May 8, 2009

Piyasaların Anneler Günü Heyecanı


Ekonomik kriz nedeniyle halk elini cebinden çekince, esnaf da sıkıntılı günler yaşadı. Yaklaşan anneler günü belki piyasaların biraz hareketlenmesini sağlayabilir. En azından esnaf bundan ümitli. Başta çiçekçilik olmak üzere giyimden ayakkabıya beyaz eşyadan elektroniğe kadar pek çok sektörde hareketlilik bekleniyor.
Siz annenize hediye almak için hangi sektörü seçersiniz bilemem ama piyasalara bu özel gün çok yarayacak ondan şüphem yok.Bakalım bu sene; geçen sene kartlı sistemle yapılan , 528 milyon 11 bin 219 YTL’lik anneler günü alışveriş tutarını geçebilecek miyiz.

İnterflora Türkiye Çiçekçileri Derneği Onursal Başkanı Gazi Doğan çiçekçilerin en hareketli olduğu günlerin Sevgililer Günü olarak bilindiğini, ancak sektörü en çok hareketlendiren günün Anneler Günü olduğunu söyledi.*
Kriz dönemlerinde en çok sıkıntıya giren sektörlerden birinin çiçek sektörü olduğuna işaret eden Doğan, şunları kaydetti:

''Her ne kadar durumumuz kötü olursa olsun, Türk insanı annesini onurlandırmak ister. Bu kapsamda, herkese tek bir çağrımız var, (en güzel hediyeniz en ucuzu olsun). Çünkü 4-5 TL'ye tek bir gül alarak bile annemizi mutlu edebiliriz. İnsanların bu konuda bizimle hem fikir olacağını ve sektörümüze yüzde 70'e varan bir canlılık getirmesini bekliyoruz.''

Türkiye Umum Ayakkabıcılar Federasyonu Genel Başkanı Fatih Özcan da yılbaşı ve bayram gibi özel günlerde sektörün hareketlendiğini, bunun Anneler Gününde de devam etmesini beklediklerini söyledi. Özcan’ın beklediği hareketlilik %50 civarında. Bunun nedeni olarak da şöyle söylüyor: ''Çünkü Türkiye sınırlarındaki insanlarımızın aile bağları güçlüdür ve bu topraklarda annelerimiz değerlidir. Bu nedenle herkes gücünce bu özel günde annesine küçük de olsa bir hediye alacaktır.''*

Akdeniz Hazır Giyim ve Konfeksiyon İhracatçıları Birliği Başkanı Tarık Bozbey de, Anneler Günü dolayısıyla siparişlerin arttığını ve hareketliliğin %10 civarında beklendiğini söyledi*. Bunun da esnafı rahatlatacağını söyleyen Bozbey, fiyatların artmamasına rağmen anneler gününe özel kampanyalar düzenlediklerini belirtti.

Anneler günü,babalar günü, sevgililer günü, doğum günleri,bayramlar varken piyasalar tekrar canlanacak gibi. Özellikle bu özel günler arifesinde, başımızı çevirdiğimiz her yerde 'beni al' , “beni al” diyen envai çeşit hediye varken ve reklam filmlerinde “annenizi seviyorsanız ona hediye almalısınız” fikri empoze edilirken bizler de kendimizi doğal olarak hediye alırken buluyoruz. Bu durum da elbette reklamcıların ve esnafın işine yarıyor…

Annemin ve tüm annelerin günü kutlu olsun.




*AA

Thursday, May 7, 2009

Amerika’da Dini Çoğulculuk ve Diyalog (3.bölüm)





Bir önceki iki yazımızda Amerika’daki dini çoğulculuğu ve beraberinde doğabilecek muhtemel sorunlar uzerinde durduk.Lakin, dini çoğulculuğun bizzat sebebiyet verdiği söylenemezse de zemin hazırladığı diyebileceğimiz bir sorun daha var: nefret suçları.
İbadethannelerin yakılıp yıkılması, farklı dinden olan insanların hakarete ve zarara uğraması, nefret suçlarına iki örnek. Maalesef bu tür olaylar her zaman vuku bulmuş ve ayrımcılık göstermeden herkese musallat olmuştur.
İş yerlerinde ve okullarda kişilerin dini yaşama özgürlüklerini garanti etmeye hukuki sistem yetebilir.Sonuçlanan davalara bakılırsa kişilerin kıyafet, yiyecek, özel tatil gunleri, kişisel ibadet için mekan ayarlama gibi konularda hak kazandıklarını görürüz.
Ama nefret suçlarını önleme, farklı gruplar arasında hoşgörü ve işbirliği ortamı sağlama konusunda emniyet güçlerinden veya hukuki sistemden çok şahıslara iş düşüyor.
Doktor olan kaynımın espiri babında anlattığı bir anektod var. Anestezi uzmanı olan bir doktor ameliyat sonrası hastaları şöyle seslenerek uyandırıyormus: (Hastanın ismi Mehmet diyelim)
“Mehmet Bey, uyanın, uyanın! Her şeyi de devletten beklemeyin!)
Saka bir yana, bu sözlerde konumuzla ilgili mühim bir gerçek saklı. Nefret suçları konusunda her şeyi devletten beklememeli, kişiler sivil toplum kuruluşların vasıtasıyla nefret suçları besleyen önyargı, cahillik, yanlış bilgilendirme köklerini kurutmalı ve diyalog için zemin hazırlayıcı köprüler inşa etmeliler. Zira insan tanımadığından korkar, korktuğundan da nefret eder.
Harvard profesörü Diana Eck “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık.Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık”( Kur’an 49/13) mealindeki Kur’an ayetini dialoga bir davetiye olduğunu ve dialogun ilk basamağının tanışmak olduğunu vurguluyor.
Bu tanışma en başta halihazırda dini lider konumunda olan veya ilerde olacak kişiler için önem arz eder. Bu yüzden karşılaştırmalı din derslerinin ilahiyat müfredatlarında yer alması teşvik edilmiştir.
Nefret suçlarını bir tarafta tutarsak, genelde Amerika’da farklı dini gruplar arasındaki ilişkiler tolerans içerisinde gelişmiştir. Bir nevi “benim dinim bana, senin dinin sana ait” türünden pasif bir hoşgörü sergilenmiştir.
Sosyal bilimciler ülkedeki dini çoğulculuktan tam istifade edebilmek için toleransın yeterli olmadığını, yerine pozitif bir çoğulculuğun hakim kılınmasını tavsiye eder. Bunun yolunun da dilalogtan geçtiği konusunda hemfikirler.
Peki diyalog nedir?/ ne degildir?
Ahmet Kurucan “Niçin diyalog ?“isimli kitabında şu cevabı verir:
Dinler arası diyalog, faklı dinlere mensup insanların ınançlarını ve düşüncelerini birbirilerine zorla kabul ettirme yolunu seçmeksizin hoşgörü, samimiyet, sevgi, saygı ve iyi niyet içinde ortak olan veya olmayan bir meselede barış, hürriyet ve açıklık atmosferinde ötekini öğrenmek,bilmek, anlamak, dinlemek maksadıyla karşılıklı konuşabilmelerini, işbirliğine gidebilmelerini, birlikte yaşayabilmelerini, hatta uzlaşmalarını sağlayan bir karşılaşmadır.( s.17)
Diyalog insanın kendi dininden taviz vermesi demek değil. Diyalog dinleri birliştirme çabası, kendi dinin üstünlüğünü gösterme ve nihayetinde muhatabına kabul ettirme gayreti de değildir.(s.17-18 )
Amerikada dinler arası diyalog sureci çok önceden başlamış ve devam etmektedir. Örnek olarak 1893 yılında kurulan Dünya Dinleri Parlamentosu halen Chicago’da dünyanın dört bir yanından gelen dini liderleri her sene buluşturmaya devam ediyor.
Benzer kuruluşların listesı ve faaliyetleri için “A new religious Amerika”( Diana Eck) isimli kitabina bakılabilir.
Amerika’da aydınlık yarınlara doğru diyalog adımları atılıyor. Ne mutlu bu yolda yürüyenlere ……

Sıfır Dediğimde

Amerika’nın üçüncü en eski film festivali olan Houston Bağımsız Uluslararası Film Festivalinde (Houston Independent Intenational Film Festival) izlediğim bir filmden bahsetmek istiyorum. Filmin adı “Sıfır Dediğimde” ve tahmin ettiğiniz üzre bir Türk filmi. Geçen yıl yine aynı film festivalinde seyirci özel ödülüne layık görülen “Beyaz Melek”ten sonra bu Türk filmi de dikkatleri çekti ve normalde bir gün oynaması gerekmesine rağmen ikinci bir gün daha tekrar gösterime sunuldu.
Film, güzel sanatlar bölümünde okuyan bir öğrencinin (Aslı) hacasından ödünç aldığı çok değerli bir minyatür kitabını kaybetmesi ve onu bulmak için harcadığı çabaları konu alıyor. Aslı kitabın kaybolduğu gün bir türlü ne yaptığını hatırlayamaz ve bir arkadaşının (Nevin)tavsiyesi üzerine bir psikiyatriste(Melih) gidip hipnoz yöntemini kullanarak o gün neler yaptığını ve kitabı nerede unuttuğunu çözmeye çalışır. Tabii hipnoz seansları, herşeyin neden-sonuç zincirine bağlı bir şekilde ilerlediğine ve bilimsel bir açıklaması olması gerektiğine inanan psikiyatristin beklediği gibi gitmez ve esrarengiz olaylar başlar.
Bunun yanı sıra film başka bir çok masalları ve masalsı yaşamları da konu edinmekte. Fakat bunların hepsi nihayetinde ortak ve anlamlı bir noktada buluşabilmekte. Filmi güzel yapan özelliklerden bir tanesi kurgunun lineer zaman düzleminde gitmemesi ve izleyiciye olayları düşünmesi, anlaması ve yorumlar yapabilmesi için hayal gücünü kullanmasına fırsat vermesi. Fakat ne yazık ki aynı özellik filmin sonlarına doğru bir handikapa dönüşmekte. Kendinizi bir anda çok fazla hikayenin ve çok karmaşık bir kurgunun içinde bulduğunuz için filmden kopmalar söz konusu olmakta.
Nihayetinde film içinde güzel ve anlamlı replikler barındıran, farklı bir hikaye(ler)si olan ve izleyeni düşünmeye sevkeden hoş bir film.

Wednesday, May 6, 2009

Çilekli Yaş Pasta

Bahar yorgunluğunu hala üstümde taşıdığım için kendilerininin vermiş olduğu ağırlık canımı acıtır hale geldi. Hiçbirşey yapmak istemiyorum!

Dün akşam çaya misafirlerimiz olduğu için bende bahaneyle yaptıklarımı resmedeyim ve aranıza geri döneyim istedim. Sırasıyla üzerimdeki ağırlıklar birbir azaldıkça bende diğer tariflerimin hepsini blogumuza yükleyeceğim.

Gelen yoğun istek üzerine biraz geçte olsa yaş pasta tarifiyle başlamak istiyorum. Yaz sıcakları gelmeden pastaların o tatlı kremaları bizleri baymadan, Mayıs serinliklerine uygun, tarifi oldukca basit bir yaş pasta tarifiyle başbaşasınız.


Malzemeler

Pandispanyası için
  • 4 Yumurta
  • 4 Kahve fıncanı toz şeker
  • 4 Kahve fıncan un
  • 1 paket kabartma tozu
  • 4-5 damla limon suyu
Veya
  • 1 paket hazır kek unu ( Pillspurry marka white cake mixi kullanabilirsiniz.)
Kreması İçin

  • Whipped Cream ( Amerikada yaşayanlar için1 küçük kutu, buzdolabında kullanıma hazır olarak satılanlardan, Türkiyedekiler için toz halindekı krem şantilerden1 paket)
  • Pandispanyayı ıslatmak için meyve suyu, hindistan cevizi sütü veya kahve kreması (Ben Coffe mate ın hazelnut cremasını kullanıyorum, pastalara çok yakışıyor çünkü)
  • Pastanın ara katları için çilek veya arzu ettiğiniz meyveler
  • Ben çilekli pasta yaptığım için ara kata çilekli whipped cream kullandım.
Süslemek için
  • Yaş hindistan cevizi ( İsterseniz kurusunu da kullanabilirsiniz)
Yapılışı

  • Şeker ve yumurtaları bembeyaz krema olana kadar en az 10 dakika çırpın. Sırasıyla kabartma tozu, limon suyunu ve en son unu ekleyin.
  • Yaglanmış kelepçeli yuvarlak kek kalıbınıza kek karışımını dökün.
  • 350F de 15 dakika pişirin ( Pişip pişmediğimi kürdan yardımıyla kontrol edebilirsiniz. Islak çıkarsa pişirmeye devam edin)
  • Kek piştikden sonra soğuması için en az yarım saat bekleyin.
  • Kek soğudukdan sonra ekmek bıçağı yardımıyla (veya en keskın geniş bıçağınızla)keki 3 eşit kata bölün.
  • Her bir katı krema sürmeden önceden seçtiğiniz karışımı (Kahve kreması, meyve suyu veya hindistan cevizi sütü) dökerek ıslatın.
  • Islanan kata krema sürün.
  • Kremanın üstüne çilek parçacıklarını yerleştirin.
  • Diğer katlar için de aynı işlemi uygulayın.
  • Pastanın üstünü de kremayla kapladıkdan sonra hindistan cevizi pastanın heryerine gelecek şekilde serpin.
  • Servis yapmadan önce buzdolabında en az 2 saat bekletin.
Afiyet olsun :)

***Aynı tarifle yapılan iki farklı alternatifı de beğenilerinize sunuyorum.

Monday, May 4, 2009

The Bastard Of Istanbul


The Bastard of Istanbul Elif Şafak'in altıncı romanı, belki de en ünlüsü. Bu roman sebebiyle Şafak, Türklüğe hakaretten suçlandı, fakat mahkemede aklandı. Kitabın adında gecen Bastard (Piç) 19 yaşında asi bir genç olan Asya'ya işaret ediyor. Asya, Jonny Cash dinleyen, bohem ve nihilist bir kişilik. Annesi Zeliha, birbirinden ekzantrik teyzeleri,anneannesi, ve onun kayinvalidesi ile dolu bir evde yaşıyor. Ailenin tek erkeği olan dayısı yirmi sene önce Amerika'ya göç etmiştir ve hiç dönmemiştir. Dayısının, Amerikalı bir Ermeni olan üvey kızı Armanoush, Ermeni geçmişini araştırmak için gizlice İstanbul'a gelir. Asya ve Armanoush birbirlerinden etkilenir, iyi arkadaş olurlar. Hikaye geliştikce, iki ailenin geçmişlerini birbirine bağlayan ve 1915'teki Ermeni sürgünlerine uzanan bir takım sırlar açığa çıkar.

Şafak romanlarında kendi hayatından yola çıkmadığını, ama karakterlerle "ruh akrabalığı" olduğunu söylese de, Şafak'ın hayatını biraz araştıran biri, özellikle bu romanında bundan daha fazlası olduğunu kolayca sezebilir. Şafak, bir Türk diplomatın kızı. Asya gibi oda babasız büyümüş, babasını affetmemiş. Bir röportajında "babasızlık bana kendimi piç gibi hissettirdi" diyor. Asya'nın annesine teyze demesi gibi o da yıllarca annesine abla demiş, en nihayetinde, annesinin ismini soyadı olarak almış. Romandaki gibi, Şafak da teyzeler, anneanne, bir sürü hurafeyle dolu bir ortamda büyümüş. Romandaki kurşun dökmeler, cinlerle bağlantılı teyze, ekzantrik kadınlar tesadüf değil yani.

Bir diplomat kızının Ermeni'lerin acılarına empatiyle bir roman yazması enteresan gelebilir çoğumuza. Nitekim Şafak'ın çocukluk yıllarında bir çok Türk diplomat Ermeni terör örgütleri tarafından öldürülüyordu. Şafak, Ermeni imajının çocukluğunda çok negatif olduğunu ifade ediyor. Fakat, sonrasında, onların da hikayelerini dinleyip, tarihi biraz daha yakından okuyunca, "araştırmalarım beni 1915 olaylarıyla yüzleşmem ve bütün tarihi yeniden düşünmem gereken bir noktaya getirdi" diyor Şafak.

Romanın en temel teması geçmişle yüzleşmek diyebiliriz. Bu sadece Ermeni meselesini değil, karakterlerin tek tek kişisel tarihlerini de kapsiyor. Geçmişle yüzleşmeden bir gelecek olamayacağını Şafak en bariz şekilde, romanda, kardeşiyle yıllar önce ensest ilişkiye giren Mustafa'ya zehirli aşureyi yedirerek yapıyor. Asya ve Zeliha'nın geleceklerinin var olabilmesi için, bu şekilde geçmişiyle yüzleşmeyi seçiyor Mustafa, kendini silerek.

Roman genel olarak sürükleyici, güzel bir dille yazılmış, derinlikli karakter analizleriyle dolu. Fakat Şafak'ın durup dururken denebilecek şekilde, cinselliği detayladığı sahnelere anlam vermek biraz zor. Sanki bu da olsun romanda diye yazılmış izlenimi verdi bana. Diğer eleştirim de, Ermeni karakterleri nisbeten daha normal, Türk'leri ise kötü değil ama oldukça eksantrik, yani tipik diyemeyeceğimiz şekilde tasvir etmiş olması. Tabi bu karakterler romanı ilginç kılmış, ama Türk karakterler "yahu doğru bizde böyle ne çok insan var" diyebileceğimiz türden olsa daha çok yakınlık kurabilirdik sanırım. Bunun da sebebini yine romanda aramak gerek bence. Şafak, romanında sert bir tonda olmasa da, cahillikleri, geçmişlerini bilmemeleri, geçmişleriyle yüzleşme cesareti gösterememeleri dolayısıyla, Türkleri suçluyor. Türk karakterlerin problemli olmasını bununla ilişkilendirebiliriz.

Sunday, May 3, 2009

Kalıtım mı, Çevre mi, Yoksa Ötesi de Var mı?

Psikoloji camiasında de yıllardır süren tartışmalardan biri “kalıtım mı, çevre mi” tartışmasıdır. Insanların hayat serüvenleri doğuştan genleriyle mi belirlenmiştir yoksa “tabula rasa” olarak dünyaya gelen insan hayat tablosunu bir bir tecrübe ederek mi desenlemektedir? Psikolojik bozukluklar kalıtımla mı gelmektedir yoksa insanlar çevrenin etkisiyle mi bozuk davranışlar kazanmaktadır? Anne ve babaların, çocuklarının zekalarını kendilerinden aldığına inanarak övünmeye hakkı var mıdır yoksa çocuklar zekalarını doğduktan sonra öğrenerek mi elde etmektedirler?

Bütün bu sorulara cevap bulmak icin araştırmacılar tek yumurta ikizleri çalışmalarını icat etmişler. Malumunuz tek yumurta ikizleri tamamen aynı genetik yapıya sahiptirler. Eğer bu ikizlerden biri diğerinden farklı bir çevrede büyümüşse işte o zaman kalıtım-çevre etkisini onlar üzerinde görebiliriz. İste bu araştırmaların sonucunda hayatımızda kalıtımın da çevrenin de etkisi olduğu bulgulanmış. Insanlar belli bir zeka ranjına sahip olarak doğar. Fakat bu ranj içerisinde nerede olacaklarını çevre belirler. Aynı şekilde insanlar bazı davranış bozukluklarına (örneğin şizofreni)yatkınlığı genlerinde getirirler. Ancak bu bozukluğu ortaya çıkaracak çevresel şartlar(stress gibi) oluşmazsa belki de hiçbir problem yaşamadan hayatlarına devam ederler.
Şimdilerde ise bilim bir adım daha öteye giderek adına epigenetik dedikleri alanı ortaya çıkartmışlar. Epigenetiğin çalıştığı konu kısaca: bir neslin çevre vasıtasıyla kazandığı bir olgu bir sonraki nesle genetik olarak aktarılabilir mi? Henüz çalışmalar çok yeni olmasına rağmen bulgular pozitif yönde. Nasipse önümüzdeki yıllarda bu çalışmaların sonucunu ve hayatımıza etkilerini daha net olarak görebileceğiz.

Friday, May 1, 2009

DUVAKTAN SALINCAK



Siz hiç uzaktan bir salkım söğüt izlediniz mi? Dalları taa derenin sularına kadar uzanan bir salkım söğüt....Ben izledim, hem de dünyadaki en güzel salkım söğüdü.Her canım sıkıldığında onun uzun dalları altında kendimi saklar, hayallere dalar, ruhumu lunaparktaki salıncaklara bindirirdim. Sonra uzun uzun onunla konuşurdum..'Söyle,ne derdin var senin?'derdim..Ne arayıp duruyorsun eğilmiş yerde?neyini kaybettin? Ya da 'nedir böyle seni utandıran? Başın önde yıllardır, mahzunsun! Sizin bildiğinizi bende biliyorum,konuşmaz ağaçlar.. ama işte bu ağaç ,insana olmadık şeyler düşündürüyor.
O zamanlar herkesin en çok salkım söğüdü sevdiğini düşünürdüm.Dünyada ondan güzel ağaç yokmuş gibi. Yıllar geçti,konuştuğum insanlar,yürüdüğüm yollar,yaşadığım şehir değişti,ama benim salkım söğüt hakkında ki fikrim değişmedi. Çünkü nereye gidersem gideyim hiçbir görüntü bana ondan aldığım lezzeti vermedi.
Zaman geçtikçe bu ağaca bakışım da değişti. Çocukken daları arasında hayali salıncaklar kurduğum salkım söğüt, zaman ilerledikçe bana tevazuyu hatırlatır oldu. Yükseklerde gözü olmayan büyüdükçe daha çok küçülen tevazu sahibi bir insan gibi..Niye bilmiyorum ama bazen de süslü püslü bir kız gibi gelir yere doğru inen ince dallarıyla..Çınar mesela ya da ceviz ağacı... Heybetiyle bir baba gibiyken salkım söğüt, ince uzun dallarıyla endamlı bir genç kızdır.Nedeni olmasa da bir kadındır salkım söğüt ya kendine ya toprağına aşık tevazu sahibi ağaçtan bir kadın...
Belki de her şeyden bir parça vardır o ağaçta..mesela benden...Ben ne kadar suya sevdalıysam onun da kökleri suya sevdalıdır.Bu yüzden en çok dere kenarını sever.. .Üniversiteyi kazanıp Edirne’ye gittiğimde, denizi görmeyen şehirde nasıl yaşarım demiştim. Sonra Meriç kıyılarında rüzgarda uçuşan salkım söğütlerle karşılaştım. Belki de beni Edirne’ye bağlayan, Nazım’ında dediği gibi nehirde saçlarını tarayan söğütlerdi. Arkadaşlarla ağaçların altında,bağlama ile Zülfü Livaneli’den
‘ Eğil salkım söğüt eğil
Bu benimki sevda değil’ derdik hep beraber. Rüzgarda uçuşan duvağıyla salkım söğütlerde alkış tutardı bize. O anda huzur dediğim şeyin,yeryüzüne vuran yansımalarını görürdüm yaprakların arasında.
Bu ağaç bence bahçemizin en güzel ve en görünür yerine dikilmeli.Çünkü bir manzara eşsiz demek için bence içince illa ki bir salkım söğüt olmalı.
İmkanım olsa evimin ortasına bile dikerim demeyeceğim korkmayın,ama evimin penceresinden salkım söğüt illa ki görünmeli.Gökten yaprak yağıyormuşçasına onu izlemeyi kim istemez ki ???



ÖZNUR YAMAN

Türkiye'de Ekonomik Krizler ve Çıkış Nedenleri



Küreselleşen dünyada krizler de bir anlamda küreselleşti. Son 9 yıl içinde dünyada 7 kriz yaşanmış. Ülkemiz de bu krizlerden en çok etkilenenlerin başında geliyor. Yakın geçmişte bir buçuk yılda bir yapılan erken seçimler ve sonrasında kurulan koalisyon hükümetleri siyasal krizlerin göstergesi oldu. Siyasi istikrarsızlık, beraberinde ekonomik istikrarsızlığı getirdi.
Türkiye’de kendimizin çıkardığı iç krizler,dış etkenlerin de etkisiyle 10 yılda bir tekrar eden ekonomik krizlere dönüştü.
Bu yazıda, Türkiye'nin son 20 yılında yaşadığı krizlerin çıkış nedenlerini özetlemeye çalışacağım.

1990 Körfez Krizi

Türkiye ekonomisinin karşılaştığı dış etkilerden kaynaklanan ilk krizdir.
Birleşmiş Milletlerin Irak’a müdahale etmesiyle kriz doruklara ulaşmış, mali sektör likidite krizine girmiştir. Artan petrol fiyatları beraberinde enflasyonda artışı da getirmiştir. Halkın döviz talebini karşılayabilmek için Merkez Bankası büyük miktarda dövizi Türkiye’ye getirmek zorunda kalmıştır.



1994 Krizi


1994 yılında kamu borçlanma faizlerini düşürme çabalarının yoğunlaşmasının sonucu olarak ortaya çıkan kurlarda dalgalanma ve devalüasyon ile mali sektörde ateşlenen yeni bir bankacılık krizi, sistemden önemli ölçüde mevduat çekilmesine yol açmıştır. Çekilen mevduatın önce büyük bankalara ve devlet tahviline, ardından buradan da çekilerek dövize yönelmesi ile sistem büyük bir sıkışıklık yaşamıştır.
1994 krizi, Merkez Bankasının duruma zamanında ve gerekli ölçüde müdahale edecek kadar rezervi olamaması nedeniyle yaygınlaşmış ve tüm bankacılık sistemini ve tüm ekonomiyi tehdit eder hale gelmiştir. Capital Dergisi’nin 1 Ocak 2002 deki haberine göre; ilk kez mal yokluklarının yaşandığı değil, üretilen malların satılamadığı bir kriz söz konusuydu.

2000 Kasım Krizi

Bazı önemli kamu işletmeleriyle ilgili çalışmaların hedefe ulaşmaması, kamu bankalarına ilişkin düzenlemelerde yaşanan sorunlar, bazı politik belirsizlikler, kur çapasına benzer bir Para Kuruluna dayalı Arjantin ekonomisindeki gelişmelerin de etkisiyle uluslararası sermayenin gelişen piyasalara daha ihtiyatla yaklaşması, 2000 yılının ikinci yarısında Türkiye'ye dış kaynak girişinin azalmasına yol açmıştır. Dış kaynak imkanlarındaki bu daralma likiditedeki artışın da yavaşlamasına yol açmıştır.
Türkiye"nin enf¬lasyonu düşürme ve kamu açıkla¬rını kapatma yolunda uyguladığı program sırasında karşılaştığı ve ancak yüksek maliyetlerle atlatabil¬diği en derin finans krizi olarak değerlendirildi.

2001 Şubat Krizi


Krizin daha da derinleşmesini önlemek amacıyla Kasım ve Aralık aylarında bir dizi önlem alınmıştı.
Kasım krizi sonrasında alınan önlemler ve IMF ile varılan anlaşma sonucunda mali piyasalardaki dalgalanmalar kısmen giderilmiş, Merkez Bankasının döviz rezervleri artmış ve faiz oranları kriz ortamına göre önemli ölçüde gerilemişti.
Ancak faiz oranlarının kriz öncesi döneme göre yüksek seviyelerde kalması özellikle aşırı gecelik borçlanma ihtiyacında olan kamu bankalarıyla portföyünde yoğun olarak Devlet İç Borçlanma senetleri bulunduran TMSF kapsamındaki bankaların mali yapılarını daha da bozmuştur.


Şubat ayında Hazine ihalesi öncesindeki olumsuz gelişmeler uygulanan programa olan güvenin tamamen kaybolmasına neden olmuş ve Türk Lirasına karşı ciddi bir atak meydana gelmiştir.

Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizleri bankacılık sektörünün içinde bulunduğu sorunları daha da ağırlaştırmış ve yeni sorunlar ortaya çıkarmıştır. Bankacılık sektörü Kasım krizi sonrasında faiz riski, Şubat krizi sonrasında ise hem faiz hem de kur riski sonucu önemli kayıplarla karşı karşıya kalmıştır.

Görüldüğü gibi Türkiye geçmiş yıllarda da ciddi krizler yaşamış. Mühim olan ve umut ettiğimiz şey bunların çıkış nedenlerinin iyice analiz edilmesi ve aynı hataların tekrar yapılmaması.

Başka haftalarda da içinde bulunduğumuz kriz üzerine ve Türk Lirası’nın seyri üzerine yazılarla karşınızda olmak ümidiyle...



Kaynak: Boğaziçi Ünv. Işletme ve Ekonomi Klübü (www.buik.net),www.arsiv.zaman.com.tr