Thursday, April 30, 2009

Resimlerin detaylı yorumlanması için ipuçları

Geçen haftaki yazımda bazı net olmayan yerler olduğunu düşündüğüm için tekrarı olmsa da değinmediğim, eksik bıraktğım noktalara daha detaylı değinebilme adına alt başlıktaki yazyı yazma ihtiyacı hissettim. Önceki yazımdan hatırlayacagınız üzere bu yazımda resimlerin detaylı yorumlarına yer verecektim.

Konu başlığı bir hafta öncesinden belirlenince yazması daha kolay oluyor :) Simdi sıra madde madde resimleri yorumlamaya



Baş: Resimdeki çok büyük ya da küçük kafa, zihinsel bakımdan kendisini yetersiz gören çocuklar tarafından çizilmektedir. Büyük kafa resimleri genellikle yetenekli ve daha başarılı olmak için arzu duyan çocuklarca çizilmektedir.

Ağız: Ağzın önemi, temel iletişim aracı olmasından kaynaklanmatadır. Konuşma ve dil sorunu olan çocuklar, kalın çizgilerle büyük ağız resmi yapma yoluna giderler. Çouğunlukla anne ve babalarına bağımlı çocukların resimlerinde ağız alanına saplandıkları dikkati çeker.



Gözler: Gözbebeği olmadan çizilen boş ve anlamsız gözler, görmeye bağlı öğrenme sorunu sorunu olan çocuklar çizilmektedir.

Ayaklar: Bütün ayakların çizilmesi kendine güven duyma arzusunun bir simgesidir. Güven isteği ve duyduğu kaygıların simgesidir.

Burun: Astımlı çocuklar çoğunlukla bu solunum güçlüğünden kaynaklanan sorunları nedeniyle burun çizgilerini vurgulayarak ya da çok büyük biçimde çizerler.



Kulaklar: Çok büyük kulaklar, işitme zorluğu olan çocucklar tarafından çizilebilir. Yine başkalarının kendileri hakkında konuştuklarını düşünen bazı kuşkucu çocuklar kulak figürlerini vurgulayarak ya da çok büyük biçimde çizerler.

Dişler: Dişler saldırganlığı ifade ederler. İri çizilmiş dişler aşırı saldırganlığın simgesi olabilir.

Cinsel Organlar: Cinsel organların çizilmesi saldırganlığın belirtisi olarak düşünülebilir. Ancak yapılan araştırma bulguları, resimlerinde cinsel organlara yer veren çocukların çoğunun anne ve babalarının, evde giysisiz dolaştıklarını ortaya koymuştur. Koppitz, resimlerinde cinsel organlara sıklıkla yer veren çocukların ya problemli çocuklar ya da cinsel organlarıyla ilgili oalrak aşiri bir bedensel endişeye sahip ve dürtülerini kontrolde zayıf olan çocuklar olduklarını söyler.

Kısa da olsa bir sonraki yazımda Eksik bırakılan çizgilerin ne anlam ifade ettiği konusu üzerine yazacağım.

**Resimler internetden, yazıdakı bazı kısımlar Haluk Yavuzer'in Resimleriyle çocuk kitabından alıntıdır.

Çocuk resimlerini yorumlarken dikkat etmemiz gereken bazı önemli noktalar

Çocuğun bize kendisini yansıtması ve olaylar hakkında duygu ve düşüncelerini ifade etmesinde,yalın bir anlatım aracı olan resmim önemi büyüktür. Resim etkinliğinin aynı zamanda sözsüz dili oluşturması ve bu yolla anlatımın kolay olması, yaşı ve kişilik özellikleri nedeniyle sözlü iletişim kurmakta güçlük çeken çocukları tanımada da önemli bir teşhis aracı olmasını sağlamaktadır.

Çocuk resimlerini yorumlarken ,dikkat etmemiz gereken bazı önemli noktalar bulunmaktadır.
Tek resimden yola çıkarak yapacağımız bir değerlendirme bize hatalı sonuç verebilir. Çocuğun diğer resimlerinede dikkat etmeli ve toplu bir değerlendirme yapılmalıdır. Resim değerlendirmesine başlamadan önce.....Çocuğun genel tutum ve davranışlarını ,içinde yaşadığı Psikolojik sosyo-kültürel ve ekonomik durum,arkadaşlarıyla kardeşleriyle ilişkileri,okul ve aile içi ilişkileri çocuğun yaşını,cinsiyetini,ailede kaçıncı çocuk olduğunu varsa uyum ve davranış sorununun türünü, ailesinin genel özelliklerini,okul başarısını,çocuk hakkındaki genel izlenim ve görünüm ,diğer önemli özellikleri de göz önünde bulundurulmalıdır.

Resim aynı zamanda öğrenilen bir davranıştır. Resim çizmede öğretmen faktörü de önemlidir. Çocuklar resim çizmeyi kendi kendilerine,ailelerinden,öğretmenlerinden veya arkadaşlarından öğrenebilirler.

Konu seçimi yapmadan 'Hadi bakalım bize bir resim çiz' dediğimizde ,çocuk ilgi ve ihtiyaçları doğrultusunda içinde yaşadığı psikolojik duruma ve hayal gücünün de etkisiyle resim çizebilir .Serbest konu verdiğimizde çocuğun çizmiş olduğu resimdeki tema da çok önemlidir .

Unutulmamalıdır ki, resim değerlendirilmesi projektif bir tekniktir.Yorumlar, yorumlayana göre değişkenlik gösterebilir.

Değişik Kültür Formları

Psikolojide kültür araştırmaları yeni olmamakla birlikte insanlar yeni yeni kültür denen şeyin ne kadar çeşitli olabilieceğini farkediyorlar. Bu ayki American Psychologist dergisindeki bir makalede Adam Cohen, 164 tane farklı kültür tanımının yapıldığını belirtiyor. Buna rağmen Amerika’da yapılan kültür farkı çalışmalarında kültürler, tek düze bir şekilde hala doğu-batı ya da bireyci-toplumcu şeklinde ayrılmakta.
Cohen makalesinde pek çok farklı kültür formları olduğunu belirterek bunlardan üç tanesine değiniyor: Din, sosyo-ekonomik statü (SES)ve yöresel kültürler. Bu üç farklı unsur da kendi içinde değişik kültürler oluşturmakta. Örneğin bir Hristiyan ile bir Yahudinin dünyaya bakışları ve yaşayış tarzları, aynı ülkede bile yaşasalar, aynı değil. Bir Hristiyana göre bir ahlaksızca bir şey düşünmek ile onu yapmak aynı seviyede ahlaka aykırı iken bir Yahudiye göre kötü bir şeyi fiiliyata dökemek, onu düşünmekten daha ahlaksızcadır. Ne yazık ki din ve kültür ilişkisini inceleyen çalışmalar da henüz sınırlı sayıda ve çeşitlilikte. İslamiyet ile Hritiyanlığı ya da Yahudiliği kültürel açıdan karşılaştıran herhangi bir çalışma yapılmamış.
Diğer bir farklı kültür formu ise sosyo-ekonomik statü. Yapılan araştırmalara göre düşük SESden gelen bir insan daha esnek, daha uzlaşmacı ve daha çabuk kendini toparlayabilen bir özelliğe sahipken yüksek SESden gelen birisi kendisini daha çabuk engellenmiş hissedip daha büyük yıkımlar yaşabilir. Günlük hayatımızda da dikkatli bir şekilde baktığımızda, farklı SESden insanların sanki farklı bir dil konuşuyormuş gibi geldiği zamanlar olur.
Yöresel farklılıklar da kültürler üzerinde etki eden bir başka etken. Aynı ülkenin doğusu ile batısında, kuzeyi ile güneyinde bile farklı yaşam tarzları, bakış açıları görülebilir. Bu konudaki çalışamalar genelde Amerika içerisinde ya da uzak doğu ülkelerini karşılaştırma şeklinde yapılmış. Türkiye’de de böyle bir çalışma yapılsa eminim ki değişik yörelerde belirgin kültürel farklar gözlenecektir.
Bu kadar çeşitli ve renkli bir ülkede yaşayan insanlar olarak fabrikasyon malı gibi herkesin aynı kalıba sokulmaya çalışılması ne kadar acı. Halbuki herkes kendi rengini, dilini, dinini baskı altında olmadan serbestçe yaşasa birbirimizi ne kadar zenginleştirecek ve birbirimize neler neler öğretebilecektik.

Wednesday, April 29, 2009

Pastane Açması

Bu hafta Pazartesi çayında var olanlar bilirler bu tadı, tadanlardan tam not olan özlediğiniz pastane tadındaki açmalarla başbaşa bırakıyorum sizi.

Denemekten çekinmeyin yaptığınızda vazgeçemeyeceğiniz tarifler arasında şimdiden yerini alacağını garanti ediyorum, o kadar iddialı yani :)





** Verdiğim malzemeden iki tepsi çıkıyor, siz istersniz ölçüyü yarı yarıya azaltabilirsiniz.

Buyrun tarifi

Malzemeler
  • 1 su bardağı ılık süt (Yaklaşık 200 ml)
  • 1,5 su bardağı ılık su
  • 1,5 çay bardağı toz şeker
  • 2 yemek kaşığı toz maya
  • 1 su bardağı sıvıyağ
  • 3 yumurta (İki sarı üstüne diğerleri içine)
  • 7 çay kaşığı tuz
  • 3 çorba kaşığı mahlep (Bambaşka bir tad veriyor)
  • All Purpose un (Kulak memesi kıvamını yakalayıncaya kadar)
Peynirli Harcın içindekiler
  • 1 cup ezilmiş peynir.
  • 4-5 tane yeşil soğan
  • 2-3 çorba kaşığı sıvıyağ
  • 1 çorba kaşığı kırmızı biber
  • 1 yumurta ( isterseniz iki tane de kırabilirsiniz)

Yapılışı

Ilık su, süt, toz maya ve şekeri yoğuracağınız kaba alıp karıştırın, maya gelip karışımı köpük köpük olana kadar bekleyin yaklaşık 5-7 dakika.

Maya geldikden sonra yumurta, tuz, mahlep ve unu katıp kulak memesi yumuşaklığına gelen kadar yoğurun.

Hamurun mayalanması için en az 10-15 dakika hamurun üstü kapalı şekilde bekleyin.


Hamur mayalandıkdan sonra küçük bezeler alıp silindir şekline getirin. Bir ucundan tutup diğer ucu sonuna kadar bükün ve iki ucu birleştirin.

Yağlanmış tepsiye dizin ve hamurun kabarması için yarım saat bekleyin. ( Ben gecenin bir yarısı yaptığım için o kadar bekleyemedim, beklediğinizde iki katına çıkıyor)

Üzerine yumurta sarısı sürüp susam ve çörek otuyla süsleyebilirsiniz.

Simit şekli yerine kendi dilediğiniz fakli şekillerde verebilirsiniz. Ben 1 tepsi acma şeklinde diğerini peynirli minik pideler şeklinde yaptım.

Afiyet olsun...

Bahar Yorgunu musunuz?


Bu günlerde çevremden sıklıkla duyduğum ‘Başım ağrıyor.’ ‘Kendimi çok halsiz hissediyorum.’ ‘Uyumak istiyorum.’ Benzerindeki şikâyetlere ben de genelde ‘bahar yorgunluğudur’ yorumunu yapıyorum. Peki gelişiyle gözümüzü gönlümüzü açan bahar bizi nasıl yorgun bırakır?
Memorial Hastanesinin sağlık rehberinde verilen bilgiye göre bahar yorgunluğu nem artışıyla alakalı. Güneşin daha dik gelmesi ile denizlerin ısınması sonucu nem artışının oluşması ve bu nemin hava sıcaklığıyla bir araya gelmesi sonucu kendimizi yorgun ve bitkin hissetmemize diyoruz bahar yorgunluğu. Nem çok hissedildiği taktirde hava sıcaklığını yaklaşık olarak aynı değerlerde hissederiz ve bu bizi bunaltır. Nemin az olması durumunda hava sıcaklığı daha az hissedilecektir.
Zaman gazetesi 18 nisan CumaErtesi ekinde ise bu yorgunluğun sebebi olarak; yeterli vitamin, mineral ve besinlerin alınmayışı; hareketsiz yaşam; kansızlık; kirli, gürültülü, stresli ve depresif iş ortamı; fazla miktarda kafein, sigara, alkol ve madde tüketimi,vs..gibi sebepler veriliyor.
Ve bu yorgunluktan kurtulmanın birkaç yolu:

Uzmanlara göre en etkili yöntem tatile çıkmak. Yaşadığımız kentten çıkmalı ve 2 günlük de olsa tatil yapılmalı.
Kendimizi çok yormadan sabahları aç karnına egzersiz yapılmalı.
Bol bol su içilmeli. (Günde en az 2 litre.)
Fazla tatlı tüketmemeli ve hamur işlerinden kaçınmalı.
Sabahları kahvaltı yapılmalı.
Tempolu bir şekilde her gün yarım saat yürünmeli.
Taze sebze ve meyve tüketimine özen gösterilmeli.
Kafeinden uzak durulmalı.
Vücut bahar mevsiminde potasyuma daha çok ihtiyaç duyacağından domates, patates ve kayısı tüketilmeli.
Ve her besin grubundan yeterli miktarlarda alınmalı.
Ayrıca bahar yorgunluğu önlem alınmazsa depresyona da neden olabiliyor.
Klinik psikolog Rebia Erdoğan, baharda böylesi bir depresyon yaşanmasının nedenini açıklarken, "Bahar bir uyanışı sembolize ediyor. Ama uyanmalar iki şekilde olur. Uyandığın zaman bazen yapamadıklarını hatırlayarak uyanırsın ve ihtiyacın olanlara karşı yeni bir sürece başlamanın kaygısı da olabilir. Bu durumda çatışmalar yaşanabilir. Ayrıca baharda doğal olarak değişim, mevsime adaptasyon süreci oluyor. Bünyesinin ihtiyaçlarını ve enerjisini kontrol etmesinin getirdiği bir kaygı da yaşanabilir. Belki bu nedenle depresyon tetikleniyor" diyor.

Herkese bu mevsimde dikkatli olmalarını öneriyor; sağlıklı, zinde ve gülümseten bir bahar diliyorum.

Monday, April 27, 2009

Gran Torino

Uzun zamandır Hollywood filmi izlememiştim. Oscar ödülleri ilan edilmeden önce ismi kulağıma çalınan, ama Oscar'da hiç aday gösterilmeyen bu film nedense ilgimi çekmisti. Daha önce de Clint Eastwood'un yönettiği birkaç filmi (Mystic River (Gizemli Nehir) ve Million Dollar Baby (Milyonluk Bebek)) izlemiş ve memnun kalmıştım. Oyunculuğunu o kadar da çok beğenmediğim Eastwood yönetmenliğe daha çok yakışıyor bence...


Gran Torino, Vietnam gazisi ve bir otomobil fabrikasından emekli Walt Kowalski'nin eşinin cenaze toreniyle açılıyor. Bu huysuz ihtiyarın, ailelerinin yaşantı ve seçimlerinden hiç memnun olmadığı iki oğlu var, hatta bir tanesi Japon yapımı araba satıyor, bizim safkan Amerikalı (!) Walt bu durumdan hiç de hoşnut değil. Hayatta tek istediği şey, yalnız bırakılmak ve rahatsız edilmemek. Labrador köpeği Daisy ile bütün gün evin önünde oturup bira içmek, ya da çok değer verdiği 1972 yapımı Gran Torino arabasını cilalamak günlük rutini haline gelmiş. Yan komşuları olan Asyalı görünümlü aileden de, mahalledeki diğer yabancılardan da hiç mi hiç hoşlanmıyor. Bir gece, bu ailenin genç oğlu Thao, Walt'un arabasını çalmaya kalkışınca, savaştan kalma M1 silahıyla onu korkutuyor. Thao'yu bu davranışa zorlayan kuzeninin de içinde bulunduğu Hmonglu çete, birkaç gün sonra gelip Thao'yu tartakladıklarında yardımlarına Walt koşuyor ama bunu sadece onları ön bahçesinden kovmak icin yapıyor. Ertesi sabah, hem yan komşuları hem de mahalledeki diğer Hmong aileler türlü yiyecekler, çiçekler ve hediyeler getirip Walt'un kapısına bırakıyorlar. Bu durumdan rahatsız olan Walt ne yapacağını bilemiyor. Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de ölen karısının vasiyeti üzerine sürekli kapısına gelen, her gittiği yerde arayıp bulan yeni yetme Katolik rahibin günah çıkarması için ısrarıyla uğraşıyor.

Başka bir gün Thao'nun kızkardeşi Sue'yu rahatsız eden gençleri de bertaraf eden Walt bu yabancı aileyle istemeye istemeye yakınlaşıyor, filmin bundan sonrasında Walt'ta büyük değişimlere tanık oluyoruz. Walt, Sue ve kardeşiyle arkadaş oluyor, belki de kendi çocuklarına gösteremediği yakınlık ve ilgiyi onlara kanalize ediyor.

Film, son zamanların en iyi yapımı olmasa da ele aldığı konu itibariyle kayda değer. Kendisi de birkaç kuşak önce yeni mıtaya göç etmiş bir ailenin çovuğu olan Walt'un bu yeni dalga göçmenlere olan tahammülsüzlüğü ve sonra onları tanıyınca düşüncelerinin değişmesi aslında ırkçılığın ya da menfi milliyetçiliğin kökünde olan şeyin cahillikten başka birşey olmadığını çok açık ve net gösteriyor.

Umarım siz de severek izlersiniz.

Muhabbetle.

Beze, Şamşekeri, içi boş...

Yöreden yöreye ismiyle farklılık gösteren, çoğumuz için can çektiğinde öğrenilmesi vacip olan bir tatlı . Üniversite yıllarımda şüphesiz ki simitden sonra en çok tükettiğim ikinci şeydi .

Tarifi blog blog arayanlar bilirler herkesin farklı bir tarzı, değişik hatta garip yöntemleri var bu tatlıyı yapmak için. Kimisi fırının kapağını bir saat açmayın diyor, kimisi ocak üstünde pişiriyor, kimisi de öyle zor anlatıyor ki, insanı yapmakdan vazgeçiriyor cesaret vermiyor :)



Benimkisi diğer tariflere inat oldukça kolay ve herkesin yapabileceği kolaylıkta. Amerika'ya ilk geldiğimde bende tırım tırım aramıştım bu tarifi hatta bütün püf noktalarını harfiyyen yerine getirmeme rağmen çok yumuşak garip bir tatlı olmuştu yaptıklarım.

Bu tatlıyı Amerika'da ilk tattığım yer ; şüphesiz kı zengin mutfak becerisi ve kuvvetli damak tadına sahip olmasıyla nam salan Rumeysa'nın eviydi. Telif haklarını ondan tarifi benden alabilirsiniz. Bu kadar gevezelik yeter :) işte tarif...

  • 1 Yumurta akı
  • 1 çay bardağı toz şeker (Ajda Çay bardağından :)
  • Birkaç damla limon suyu (Yoksa hiç problem değil limonsuzda oluyor ama limonlu olunca daha az çırpıyorsunuz)
**Bu Tarifden ortalama 6-7 kaşık beze çıkıyor daha fazla olmasını istiyorsanız yumurtayla eşgüdümlü olarak şeker miktarını artırabilirsiniz (2 yumurta akı+2 cay bardağı şeker gibi)

YAPILIŞI

Bileğe ve mikserin motoruna kuvvet şeker ve yumurtayı (mümkünse cam bir kapda) en az 10 dakika çırpıyorsunuz. Kıvamı en katı krem şanti kıvamı olacak. Birde tattığınızda ağzınıza pütür pütür şeker tadı gelmeyecek. Hepsi bu :)



Yağlanmış tepsiye dilerseniz bir kaşık yardımıyla kaşık kaşık dökebilir, varsa büyük uçlu pasta şırınganızla şekilli tepsiye sıkabilir en kötü ihtimalle küçük uçluda olsa illa şekilli olsun diyorsanız normal pasta şırınganızın yıldızlı ucuyla fırın tepsisine şekiller vererek sıkabilirsiniz.

Önceden ısıttğınız 250F'de en az 1 saat pişiriyorsunuz. Pişme esnasında kapağı açıp pişip pişmediğini kontrol edebilirsiniz. Kapağı açmak bezenin pişmesine ya da kabarıklığına etki etmiyor.

Afiyet olsunn :))

***Tepsiyi sprey yağla yağlayın, sprey yağınız yok ise yağlı kagıt kullanabilirsiniz.

***Renkli bezeler olmasını dilerseniz gıda boyalarından birer damla kullanabilirsiniz.

*** Alternatif olarak üzerine damla çikolata, fındık, fıstık da serpebilirsiniz.

*** Tarifi TR'de denemedigim icin garanti veremiyorum TRdekiler icin, ama bu tarifin garantili versiyonu TR'ye geldigimde kayinvalidemden ogrenir, resimler, birde onun tarifini paylasirim sizlerle, zira kendisi de cok guzel yapmakda :)

Sunday, April 26, 2009

Amerika’da dini Çoğulculuk ve diyalog (2)













Bir önceki yazımızda Amerika’ya 1965 sonrası akın eden göçmelerle birlikte ülkenin çok dinli bir topluma sahip olduğuna değinmiş ve bu çoğulculuğun müsbet getirilerinden bahsetmeye
çalıştık.

Bu yazımızda dini çoğulculuğun öngörülen muhtemel sorun ve risklerini zikretmeye çalışacak bunları izale etmenin yollarından söz edeceğiz.

Harvard profesörü Diana Eck, “Yeni Dindar bir Amerika” adlı kitabında ülkedeki dini çoğulculuğun müsbet yönlerini vurguladıktan sonra potansiyel problemlerden de söz ediyor. Eck, bu kadar çeşitliliğin ve farklılığın içinde bütünlüğü, her millet için mühim olan birlik ve beraberliği muhafaza etmenin zor olduğunu ifade ediyor.Aynı zamanda mevcut dinlerin aynı istikamete götüren faklı yollar olmadığnı, birbirinden farklı ve bazı yönleri ile birbirine zıt olduklarını hatırlatıyor. Bununla birlikte Amerikan kamoyunun az bir kısmı parçalanma gibi bir riski öngörüyor.Nisan 2002 yılında yapılan bir ankette katılımcıların sadece % 29’u “çok farklı dinlerin Amerika’da bulunması milli birlik ve beraberliği muhafaza etmeyi zorlaştırır” diye kanaat belirtmiş.

Bu kanaati taşıyan insanlar genelde dini çeşitliliğin en çok görüldüğü sehirlerde yaşıyorlar.
Örneğin, Chicago’lu bir bayan muhitindeki muslüman, hindu ve buddist nüfusun çoğalmasını şöyle değerlendiriyor : “ Hepimizin ayni şekilde inanmamız gerekir diye iddia etmiyorum, ama bu kadar farklılık, korkarım, nefret , korku ve emniyetsizlik yaratacaktır.”
Hem genel halkın hem de sosyal bilimcilerin dini çoğulculuk konusunda dikkat çektiği sorunlar başlıca şunlardır:
1.Dini çoğulculuk demokrasiye tehdit teşkil ediyor.
2.Eşit haklar ve hayat tarzı konusunda zorluklar meydana getiriyor.
3.Amerikan değerlerine zarar veriyor.
4.Bu kadar farklı din pratik hayatta kültürel bir takım müşkilatla karşı karşıya bırakıyor.

Bu iddiaların makuliyetini veya mantığını tartışmadan anlamaya çalışalım. Bize yersiz gelse de bir çok Amerikalı icin geçerli olmaları bu iddiaları önemli kılıyor kanaatindeyim. Bu yazımızda önem arz ettiği için birinci olarak yazdığım demokrasiye tehdit iddiasını irdeleyeceğiz. Daha fazla okumak isteyenler America and the challenges of religious diversity adlı kitabına başvurabilirler.

Demokrasiye Tehdit
Kültürel gelenek ve birikimler insanların demokrasi anlayıslarnı önemli ölçüde etkiler.Amerika’da azınlık olarak bulunan ve batı kaynaklı olmayan dinlerin mensupları demokratik olmayan ülkelerden göç etmisler.Dolayısı ile onlarin Amerikan tarzı demokrasi kurallarına uygun davranamayacakları iddia ediliyor.

Öte yandan, Amerika’da demokrasiyi Hristiyanlıkla çok yakın irtibatlı görenler (din -devlet ayrımı anayasada kilise-devlet ayrımı şeklinde ifade ediliyor) Hristiyanlığın ağırlığının azalmasını otomatikman demokrasiye zarar olarak görüyorlar.

Demokrasiye daha doğrudan bir tehdit unsuru da dini tutuculuğu ve şiddeti batılı olmayan (non- western) dinlerle özdeşleştiren insanlar dile getiriyolar.11 Eylül sonrasinda bu tür endiseler ne yazık ki çoğunlukla müslümanlarla ilişkilendiriliyor.

Son olarak, demokrasiyi garanti eden hukuki sisteminin de bu kadar farklı ve bazen birbirine ters düşen bu dinlerin mensuplarının haklarını temin etmekte zorlanacağını, hatta yıpranacağını söyleyenler de var. Bu konudaki endişelerin Princeton profesörlerinden Robert Wuthnow’a göre çok büyütülmemesi lazım.Ona göre dini çoğulculuk demokrasiyi tehdit ediyor demek abartmak olur.Evet, bazı zorluklarla karşılanabilir ama hukuki sistem bu yükü kaldırabilir.Unutmayın, bir zamanlar protestan ve katolikler arasındaki anlaşmazlıklar bugünkü dini grupların arasındaki anlaşmazlıklar kadar müşkildi ama hukuki sistemimiz üstesinden gelmistir.

Görülen o ki her gün büyüyen dini çoğulcuğun doğuracağı potansiyel sorunlar karşısında demokrasiyi koruma vazifesini Amerikalılar Birinci Anayasa Degişikliğine ve onun garantörü olan hukuki sisteme emanet etmişler.

Simdiye kadar zikrettiğimiz endişelerle çelişen bir kanaat da mevcut.Şöyle ki dini çoğulculuk bir tehdit değil, tam tersi demokrasi için bir koruyucu unsurdur.Bu da neyin nesi demeyin.Amerika’da neredeyse bütün dini gruplar kendi içlerinde parçalara bölünmüş durumda.Kimisi akide farklılığından dolayı bölünmüş, kimisi de etnik yapı farklılığından; ama neticede ortada tarihçi Martin Marty’nin ifadesi ile tam “korkunç bir karmaşa” var. Bu durumda her hangi bir dini grubun diğer gruplara göre üstünlük kazanması mümkün gözükmüyor.Bu da dini gruplar arasinda eşitlik demek.

Diyalog mevzusunu bir sonraki yazıda ele alacağız.Hoşca kalın.


*Yukarıdaki resim pluralism.org/events/wrsc2/photos.php sayfasından alınmıştır.

Saturday, April 25, 2009

Resimleriyle Çocuğunuzu tanımak ister misiniz?

Çocuk eğitimiyle ilgili neler yazabilirimden ziyade hangi konuları hangi sırayla anlatabilirimin karmaşıklığı yüzünden bir türlü başlayamadım yazılarıma. Bilgilerimi, izlenimlerimi, anne olmasamda deneyimlerimi bir şekilde anlatmak istiyordum ama nerden başlayacaktım. Düşündüm ki, evime gelen çocukların en çok yapmakdan hoşlandıkları şeyle "Resim yapmakla"başlamalıyım böyle bir ilham geldi içime. Artık konu başlığım belli oldu. Neler çiziyordu çocuklar? Kendi iç dünyalarını mı resmediyorlardı yoksa ellerine tutuşturulan renkli boyalarla çizim yapmaları mı isteniyordu? Bi kere çocuğunuz resim yaparken ona kesinlikle karışmamalı, neler çizmesi gerektiği konusunda onu yölendirmemeli ve ne çizerse çizsin kesinlikle çoçuğunuzu eleştirmemelisiniz. Çocuğuna karışmak onun dünyasına müdahale etmek demektir. Nasıl ki evinizi temizlerken, pasta börek yaparken ya da evimizi dizayn ederken kimsenin size karışmasını istemiyorsanız, yapılan müdahaleler hoşunuza gitmiyorsa, size yapılmasını istemediğiniz birşeyi sizde yavrunuza yapmayın.


Kimi çocuk resim çizerken hayal dünyasında yasaşdıklarını resim diliyle sizlere sunarken, kimisi de içinde yasaşdığı psikolojiyi sizlere yansıtıyor olabilir. Çocugunuzu tanımanın en iyi yolu ona resim çizdirmekden geçiyor. Resimleri yorumlamak tabi ki uzmanlık gerektiren birşey ama ben burda ana hatlarıyla bazı ip uçları vermek istiyorum. Yazım güzel tepkiler alırsa daha detaya inebilirim :) Marvin Klepsch ve Laura Logıe Çocuklar çizer ve anlatırlar adlı yapıtlarında, çocuk resmindeki çizgilere 3 açıdan psikiojik yorum getirmişlerdir.
  1. Büyüklük
  2. Abartmalı çizgiler
  3. Eksik bırakılan çizgiler

Büyük Resimler:Çocuğunuz resimlerinde büyük objelere yer veriyor veya resim yaparken sayfanın tümünü kaplayan resimler çiziyorsa genelde iç kontrolü zayıf olan saldırgan çocuklar tarafından çizilmektedir.Aşırı faal (hiperaktif) çocuklarda sayfanın tümünü kontrolsüz şekilde kullanabilirler. Çok nadir olmakla birlikte çekingen, ürkek çocuklar zayıf benlik kavramları nedeniyle geniş figürlere yer vermektedirler. Bunlar daha güçlü olabilme arzularını bu yolla dile getirmeye çalışırlar.

Küçük Resimler: Birkaç santimetre büyüküğündeki resimler çoğulukla korkak, çekingen, içe dönük çocukların ürünüdür. küçük boyut onların güvensizliklerinin simgesi olmaktadır. Bu çocuklar kendilerini güvensiz ve de yetersiz görmektedirler. Nadir olarak saldırgan çocuklar da yine zayıf benlik kavramları nedeniyle küçük fiürlere yer verebilirler.
2-Abartmalı Çizgiler
Abartmalı resimde ya beden parçaları çok büyük çizilmekte, beden üzerinde aşırı ayrıntıya girilmekte, çeşitli beden kısımları kalın çizgilerle belirtilmekte ya da tam tersine küçük çizilmekta ayrıntıya yer verilmemektedir. Abartılı olarak çizilen beden parçaları çocuğun iç dünyası hakkında değişik bilgiler vermektedir.

3- Eksik Bırakılan Çizgiler
Çocuklar yaptıkları resimlerde yakından ilgilendikleri ya da endişe duydukları beden kısımlarını eksik bırakabilirler.


Bir sonraki yazımda resimlerin daha detaylı yorumlarına yer vereceğim. Büyük ağız çizmekle çocouk bize neyi anlatmak istiyor? ya da çizdiği her resimde dişleri ön planda tutuyorsa bu ne anlama geliyor?Eller, ayaklar, bacaklar, orantısızsa bunlarla bize nasıl bir mesaj vermeye çalışıyor? Birsonraki yazımda inşallah bunları ele alacağım :)

***Resimleriyle çocuğunuzu veya öğrencinizi tanımak istiyorsanız; Haluk Yavuzer'in Res'mleriyle Çocuk adlı kitabını alıp yararlanabilirsiniz. Yazdığım bilgilerin bir kısmı bu kitapdan alıntıdır.

Arranged

Bir bağımsız yapım daha: Arranged (özür dileyerek tekrar dile getiriyorum ki Türkiye’ye hangi isim ile geldiğini bilemiyorum. Hatta Türkiye’de gösterildi mi onu da bilmiyorum. Yardımcı olan arkadaşlara teşekkür ederim ) Film 2007 yapımı. Brooklyn International Film Festivalinde en iyi film ödülünü ve Washignton Jewish (Yahudi) Film Festivalinde de seyirci özel ödülünü almış orijinal bir film.
Filmin hikayesi kısaca şöyle: Brooklyn’de bir ilköğretim okulunda ilk kez öğretmenliğe başlayan bir Müslüman (Nasira)ve bir Yahudi (Rochel) kadın kendilerini diğer öğretmenlerden biraz farklı hissedince çareyi birbirleriyle yakınlaşmakta bulurlar. Ve bu yakınlaşma birbirlerini daha iyi tanımalarını sağlayarak onlara bir dostluğun kapılarını açar.
Peki bu iki kadını birbirlerine yaklaştıran neden neydi? İlk olarak ikisi de kadındı, geleneklerine bağlı iki kadın. Bu büyük bir adımdı onlar için çünkü çevrelerindeki diğer “modern” kadınlar onları anlamasa bile onlar bir birbirlerini, neden daha mutaassıp giyindiklerini, neden bir sevgililerinin olmadığını, neden bazı şeyleri yiyip bazı şeyleri yiyemediklerini anlayabiliyorlardı. Hatta okulun müdiresi (dikkat edin o da bir kadın) ikisini çağırıp “Kadın hareketi diye bir şey oldu. Siz niye hala böylesiniz. Gidin daha modern bir şeyler alın, giyinin. Bakın parasını ben veriyorum.” mealinde bir şeyler söylediğinde ikisi de bir birine bakıp gülebiliyorlardı. Ve bu sahne bana bazı insanların nerede olurlarsa olsunlar hep aynı kafa yapısına sahip olduklarını ve nedense bazı insanların “dindar” olmaya zorlanmadıklarını dindar olmayı seçtiklerini bir türlü anlayamadıklarını gösteriyordu.
Filmde dikkatimi çeken bir diğer nokta ise, Rochel’in ailesinin, kızlarının Müslüman bir arkadaşının olmasına tamamen karşı çıkmalarına rağmen Nasira’nın ailesinin, kızlarının Yahudi bir arkadaşı olmasına şaşırmakla birlikte gayet hoşgörülü davranması idi. Film, akıcı, eğlenceli, objektif ve bir buçuk saatlik uzunluğu ile çok ideal bir aktivite olabilir. Zamanı olanlara...

http://www.imdb.com/title/tt0848542/

Friday, April 24, 2009

ŞEKERPARE

Tarif ve şekerparenin üzerindeki fıstıklar Kayınvalidem Zehra Özarslan'a, uygulaması ve nacizane gülde benden kendisine geliyor :)

Çok beğenilen, ilk kez deneseniz bile tutma olasılığı yüzdelik dilime vurduğunuzda tavan yapan, hem bereket hemde pratiklik yönünden herkesden tam puan alan bu harika tadla başbaşa bırakıyorum sizleri...

MALZEMELER
  • 1 paket tuzsuz tereyağı (isterseniz margarinde kullanabilirsiniz ama ben pek sağlıklı bulmuyorum)
  • 1 cup (250 ml) Pudra şekeri
  • 1 cup (250 ml) irmik
  • 4 yumurta sarısı ( 3 tanesi hamuru yoğururken kullanıyorsunuz diğerini ise üstüne)
  • 1 paket kabartmaz tozu
  • 1 paket vanilya
  • All purpose un (Kulak memesi yumuşaklığına ulaşana kadar)
  • Üzerleri için; fındık, ceviz veya fıstık
  • İsteğe bağlı olarak 3 çorba kaşığı hindistan cevizi (orjinal tarifte olmasa da farklı bir tad verdiği için bazen ekleyebiliyorum)

ŞERBETİ

  • 3 cup (750ml) toz şeker
  • 3 cup (750ml) su

YAPILIŞI

Bütün malzemeleri karıştırma kabının içine alıp hamuru yoğuruyorsunuz. Yağlanmış tepsiye cevizden birazdaha büyük yuvarlaklar oluşturup tepsiye diziyorsunuz. Yumurta sarılarını üzerlerine sürüyorsunuz. Fıstıkları üzerlerine yerleştirdikden sonra ve şekil vermeden hemen önce fırınımızı 350F ye getırıyoruz. Çatalın tersi ile sağdan sola ve soldan sağa şerit oluşturuyoruz.

Önceden ısınan fırına tepsimizi yerleştirip 15-20 dakika pişiriyoruz. Broilde son 2 dakika bekletiyoruz.



Şekerparelerimizin kokuları fırından miss gibi etrafa dağılırken en kolay kısım olan şerbete geçebiliriz :) şeker ve suyu karıştırma kabının içine alıp çırpma teliyle şekerler eriyene kadar çırpıyoruz. (Pişirmiyoruz)

Fırından çıkan şekerparelerin üzerine şerbetimizi döküyoruz. üzerine tepsi kapatıp şekerparelerin şerbeti çekmesi için bekliyoruz.

Afiyet olsun.

***Nar gibi kızarması için yumurtanın sarısına 1 çorba kaşığı pudra şekeri ekleyebilirsiniz. Kimsenin bilmediği anne (Kayınvalidemin sözü) püf noktaları bunlar :)

*** Kalan yumurta beyazlarını bir sonraki tarifimde bezeye dönüştüreceğiz.

Obama'ya ilk tepki protestosu!


Amerika’da, Kaliforniya’dan Kentucky’e kadar bir çok eyalette , binlerce protestocu, Obama yönetiminin vergi ve harcama politikalarını protesto etmek için toplandı. Protestolar, sembolik bir günde, vergileri ödemenin son günü olan 15 Nisan’da yapıldı. Cay Partisi olarak adlandırılan gösteride, gözlüklerinden çay poseti sarkan protestocular, Beyaz Saray’a da çay poşeti attılar.
Çay Parti’lerinin Tarihi
“Taxed Enough Already (Yeterince Vergilendirildik)”sloganıyla yapılan protestolarda, çay (tea) sözcüğünün tarihi ve sembolik bir önemi var. 1773 yılında Boston’da halk İngilizlerin istediği vergileri ödemeyi reddedip, İngiliz gemisindeki çayları denize dökünce, bu olay “Boston Tea Party (Boston Çay Partisi)” şeklinde ünlendi. Son aylarda Amerika’nın değişik eyaletlerinde gerçekleşen, en son Beyaz Saray önünde yapılan Çay Partileri, ismini, işte bu ilk çay partisinden alıyor. Protestocuların kullandığı çay poşetleri sembolik olarak vergi karşıtlığını simgeliyor.
15 Nisan’daki protestolar, ilk olarak, CNBC editörü Rick Santelli tarafından alevlendirildi. Obama yönetimin iflasa sürüklenmek üzere olan ev sahiplerine yardim amaçli Kurtarma Paketini “kötü davranışı ödüllendirmek” olarak yorumlayan Santelli, insanları Chicago’da çay partisi için toplanmaya davet etti. Protestoların diğer destekçileri ise FoxHaber televizyonu ve Cumhuriyetçiler olarak gösteriliyor. Özellikle, Cumhuriyetçi Eski Arkansas valisi Mike Huckabee’nin protestolara destek vermesi, Texas valisi Rick Perry’nin Austin City Hall’de çay partisi düzenlemesi, katılanların Texas’ın Birlik’ten ayrılması yönünde sloganlar atması, medyada, Cumhuriyetçilerin Çay Partilerini kullanarak Obama yönetimini zayıflatmak istemesine bağlanıyor. Ayni şekilde, demokratlar ve medya, asıl eleştirilmesi gerekenin sekiz yıllık Bush yönetiminde harcamalar sebebiyle ortaya çıkan rekor bütçe açığı olduğunu vurguluyor.
Başkan Obama ise, önceki gün, Eisenhower Executive Office Building’de yaptığı açıklamada, vergi indiriminin 120 milyon aileye ulaşacağını ve 120 milyar doların direk ailelerin ceplerine gireceğini söyledi. Obama, bu indirimin Amerika’lı işçilerin şu ana kadar aldıklari en büyük vergi indirimi olduğunu ve Kurtarma Paketi’nin senatodan geçmesiyle seçim öncesi verdiği sözü yerine getirdiğini ifade etti.
Obama’nın 787 milyar dolarlık teşvik paketi kamuoyunun genelinden destek görüyor. Bu hafta yayınlanan Gallup anketi sonuçlarına göre, Amerika’lıların yüzde 53’ü devletin ekonomiyi düzeltmek adına yaptıklarını onaylıyor. Yüzde 48 ise ödedikleri gelir vergisini “normal düzeyde” bulduğunu söylüyor.

Kredi Kartı Borcu Ödeme Yolları




Kredi kartı,kayıt dışı ekonomiden kayıtlı ekonomiye geçişi hızlandıran çok önemli bir araç olmakla birlikte, vadesinde ödenmeyen borçlara faiz yükü binmesi ve üstüne faiz tutarının %15'i kadar Kaynak Kullanımı Destekleme Fonu ve %5 Banka Sigorta Muameleleri Vergisi eklenmesi kredi kartı borcunun çığ gibi büyümesine yol açabilmektedir.

Son aylarda kamuoyunun gündeminden hiç düşmeyen kredi kartı borçları, yüz binlerce kişiyi kara kara düşündürüyor. Tüketiciler, birkaç ay ödeyememeleri durumunda faiziyle birlikte çok uçuk rakamlara ulaşan kredi kartı borçlarından kurtulmak için kendilerince ya da bu durumdan kazanç sağlamaya çalışanlar tarafından geliştirilen yöntemlere yöneliyor.

Tüketiciler Birliği Genel Başkanı Nazım Kaya, Türkiye'de kredi kartı borcunun toplamda 32 milyar lira olduğunu, 15 milyar lirasını ödenemeyen borcun oluşturduğunu söyledi. Bu durumdan çıkar sağlamak isteyen bazı firmalarborçlu kişilerle irtibata geçebilmek için gazeteye ilan veriyor veya mail atıyorlar.
AA’nın haberine göre kredi kartı ödemesi için ilk yöntem altın alım satımı.
Bir altın ve finans firması, ''ticaret hukukuna uygun'' olarak nitelendirdiği yöntemlerle tüketiciye nakit avans sağlıyor. Firma, örneğin kredi kartına bin liraya altın satıyor. Bin lirayı kredi kartına 12 ay taksitlendiriyor. Ardından yüzde 25 düşük fiyata 750 liraya hemen geri alıyor. Tüketici, böylece nakit paraya ulaşmış oluyor. Tüketici, yüzde 25 faiz ödediğini sanıyor, ancak faiz yüzde 33'ü buluyor.


Başka bir firma da benzer şekilde para sağlıyor, ancak bunu randevulu sistemle yapıyor. Firma, altın ve pırlanta alım-satımı yaparak tüketiciye nakit para veriyor. Tüketici, taksitle pırlanta alıp peşin satarak hedeflediği paraya ulaşabiliyor.

Kaya, bazı tüketicilerin evine gelecek haczi önlemek için işten ayrılmayı tercih ettiğini belirterek, şunları söyledi:

''İşten çıkarak tazminat alıyorlar ve borçlarını ödüyorlar. Bu da başka bir yöntem. Bazıları kredi çekiyor. Şu anda bankalar kredi kartı borçlarını aylık yüzde 2,5 faizle taksitlendiriyor. Oldukça yüksek bir faiz oranı. Bu konuda hükümetin olumlu adım atacağını umuyoruz. Yıllık yüzde 18 faizle taksitlendirme imkanı var. Tüketicilerin biraz daha sabretmelerini istiyoruz. Borç için değişik yöntemlere başvurmaya gerek kalmayacak.''

Bunun yanı sıra şunu da bilmeliyiz ki Türkiye 2007 sonu itibariyle 37 milyon 335 bin [1] kişi kredi kartı sahibi ve bu rakamla Türkiye Fransa'dan sonra Avrupa'da kredi kartı kullanımının en çok olduğu ikinci ülke konumunda. Yapılan harcamalar bakımından da Avrupa üçüncüsü.
Lütfen biraz daha dikkat!!!

1.^ 1 Mayıs 2008 Hürriyet gezetesi, finans, sigorta, emlak, otomotiv eki

Thursday, April 23, 2009

Simit




İnternet dünyası öyle bir kapı kı, o kapıyı açıp içeriye girdiğinizde sayısız bilgiye ulaşabiliyorsunuz. Herkesin bildiği üzere artık günümüzde blog yapmak çok fazla web bilgisi olmadan da hazır şablonlar kullanılarak hazırlanabilir hale geldi, başdöndüren bu blog çılgınlığının içerisinde en çok rağbet gören şüphesiz ki yemek blogları, denenmiş, hazırlanması kolay, bir çok pratik bilgi ve tarife ulaşmak mümkün, bu sebeple çevremdeki insanlarin bana "Kesinlikle sen de bir blog oluşturmalısın" teklifleri benim için harekete geçirici bir etken olmadı açıkcası, binlercesi varken binbirincisine ihtiyaç nedendi? Bugün Elif'in teklifini değerlendirirken farklı olan; binbirincisi olmayacak olan, çok değerli ve alanlarinda bilgili kişilerin birlikte birşeyler hazırlıyor olması ve en önemlisi de Amerika'nin farklı eyalatlerinde farklı ellerin tek bir linkte buluşuyor olması, belki de sayılı bloglar arasında yer alacağımızın ışığıydı :)

Ben elimden geldiğince Türk tadlarını, Amerika koşullarında hangi malzemelerle daha lezzetli hale getirebiliriz? Hangi ürünleri nereden satın alabiliriz? Daha hesaplısını nasıl bulabiliriz? Bu ve buna benzer bircok tarif ve pratik bilgiyle karsinizda olacagim.

Bu hafta, şüphesiz ki özlediğimiz, kokusuna hasret kaldığımız, hamilelikte canımızın çektiği, nerden bulabilirim acaba dediğimiz? Nasıl yapabilirim diye blog blog gezdiğimiz, ikindi çayında ne de güzel olurdu diye iç geçirdiğimiz bir tarifle başlamak istiyorum. Tahminleri duyar gibiyim :) Evet yanılmadınız SİMİT tarifini vereceğim.

Bildiğiniz üzere Türkiye'de iki çesit simit var; Pastahane(Sosyete) ve Sokak Simiti:)

Ben bu hafta her ikisinin de tarifini vereceğim
. Malzemelerde ekleme ve çıkarma yaparak her iki tadi da yakalamak mümkün.

SOKAK SiMiTi (Ortalama 5 adet için)

  • 1 su bardağı ılık su
  • 1,5 tatlı kaşığı toz veya instant maya (Instant mayanın özelliği una direk katıp hamuru yoğurmanız, ılık suda kabarması için beklemiyorsunuz)
  • 1 çorba kaşığı tuz (isteğe göre artırılabilir)
  • 1 tatlı kaşığı şeker
  • aldığı kadar All purpose un
  • kavrulmuş susam (teflon tavada aldığınız susamları orta ateşte kavurarak elde edebilirsiniz)
  • pekmez+su
Yapılışı

  1. Ilık suyu hamuru yoguracağınız kaba dökün, maya ve şekeri ekleyerek karıştırın ve karışımın kabarması için en az 5 dakika bekleyin, karışım köpük köpük olunca maya gelmiş oluyor.(Mayalanma sicakligi kucuk parmagimizin dayanabildigi sicaklik)
  2. Köpük köpük olan karışıma tuz ve un koyulur ve hamur yoğurulur, poğaca hamurundan daha sert bir hamur olması lazım.
  3. hamurun mayalanması için yoğurduğunuz kabın üzerine kapak örtebilir veya streçle kaplayabilirsiniz.
  4. hamurdan large yumurta büyüklüğünde yuvarlaklar alıp uzun şerit halinde avucunuzun altında ezerek şekil verin. İki uzun şerit elde ettikden sonra iki şeritle saç örgüsü şekli verip iki ucunu birleştirin.
  5. temiz bir yere yaptığınız simidi koyun ve mayalanması için bekleyin, üzerine suyla karıştırılmış pekmezi sürün, bu sırada hamur bitene kadar simit yapma işlemine devam edin.
  6. hazırlanmış simitleri susam dolu kabın içine koyun hamurun üstüne ve altına susamlar yapışacak şekilde susamların hamura yapışmasını sağlayın.
  7. Sprey yağla yağlanmış tepsiye dizin,önceden ısıtılmış 450F fırında en az 10 dakika pişirin, üzerinin kızarması için broilde 2 dakika bekletmeniz yeterli.

PASTAHANE (Sosyete) SIMITI
(Ortalama 5 adet için)


  • 1/2 cup ılık su
  • 1/2 cup ılık süt
  • 2 çorba kaşığı sıvıyağ
  • 1,5 tatlı kaşığı toz veya instant maya(Instant mayanin özelligi una direk katıp hamuru yoğurmanız, ılık suda kabarması için beklemiyorsunuz)
  • 1 çorba kaşığı tuz (isteğe göre artırılabilir)
  • 1 tatlı kaşığı şeker
  • Aldığı kadar All purpose un

Bu tarifi de yukarıda yazdığım şekilde yapabilirsiniz, daha yumuşak, puf puf simit için bu tarifi deneyebilirsiniz.

Bir kaç püf noktası


*** Daha kızarmış simit seviyorsanız, tepsiye simitleri koydukdan sonra pekmezi sulandırmadan direk üzerine biraz daha sürebilirsiniz.

*** Daha çıtır simitleri seviyorsaniz önce Broilde en az 3 dakika pişirip sonra 450'F de 10 dakika pişirin.

*** Evdeki yangın alarmlarının çalma olasılığına karşın, ıslatılmış havlu peçeteyle yangın dedektorlerinin üzerini kaplayabilirsiniz, kaplarken lastik kullanmanızı tavsiye ederim, ipte farklı bir alternatif :)

***Cok sıcak ve soğuk suda maya gelmiyor, maya gelmeden hamuru yoğurursanız hamur çürüyor, ne kadar un koyarsaniz koyun,hamur toplanmıyor, çamur gibi birçey oluyor.


***Mayalad
ıgınız hamuru en az 1-2 gun buzdolabınızda saklayabilir, simidi yapmadan en az yarım saat oncesinde cikartıp mayanın gelmesi icin bekledikden sonra hamuru kullanabilirsiniz.

Haftaya görüsmek üzere,

Afiyet Olsun :)

Amerika’da Dini Çoğulculuk ve Diyalog (1 )

Amerika’da yaşayanlar bilir.Evinizden dışarı çıktığınızda her ırktan ve her dilden insanlara rastlamak mümkün.Sanki, Amerika Birleşik Devletleri değil de Amerika Birleşik Milletlerinde yaşıyoruz.
Üzerindeki kılık kıyafetten veya taşıdığı bir sembolden dolayı dini mensubiyetini tesbit edebileceğimiz insanlarla karşılasmak artık sıradan.Hastanelerde,okullarda, taşıma araçlarında, iş yerlerinde, kısacası her yerde.Kippalı bir yahudi,başörtülü bir müslüman,türbanlı bir sikh, portakal renkli kıyafetiyle buddist bir rahip,alnının ortasında boyanmış küçük bir dairesi ile hindu bir kadın; her biri bir Amerikalı,yani Amerika denen bu rengarenk halının bir deseni, bir nakışı.
Peki bu dini çeşitlilik ABD’de her zaman mevcut muydu?
Tarihe dönüp zamanda geriye doğru gidelim.Korkmayın, dinozorlara kadar gitmeyeceğiz. Yaklaşık yarım asır öncesine kadar.
1965 yılında yürürlüğe giren göçmenlik kanunu ile Amerika Birleşik Devletleri, Doğu Avrupalı ve Asyalı göçmenlere kapılarını açtı.O zamandan beri gelmeye devam eden göçmenler bavullarında ümit ve rüyaları ile birlikte kültürlerini,dillerini ve dinlerini de getirdiler bu fırsatlar ülkesine.Amerika her ne kadar eritici bir pota,yani tüm etnik grupların kaynaştığı bir yer olarak bilinse de tesbitlere göre son yıllarda (özellikle 1985’den itibaren) azınlıklarda asimilasyondan ziyade entegrasyon söz konusu olduğu gözemlenmiştir. Hızla gelişen ulasım ve iletişim teknolojisi sayesinde memleketleri ile devamlı irtibat halinde olan ilk göçmen kuşak ve sonraki nesiller bu ülkede sahip oldugu temel özgürlüklerden faydalanarak kültürlerini ve dinlerini muhafaza etmektedirler.Böylece İslam, Buddism, Hinduism, Jain, Sikh ve daha nice din artık amerikan realitenin bir parçası olmuştur. Nüfus sayımı din aiddiyetine göre yapılmadığından, bu dinlere mensup olan insanların sayıları eksiksiz olarak saptanamazsa da din çeşitliliği Amerika’da kendini hissettirmektedir.
Amerikan devleti tarafından hic bir dinin resmileştirilmemesi ve tüm mevcut dini cemaatlere eşit mesafede durması ülke içindeki dini çoğulculuk için zemin hazırlamıştır.Ayrıca Amerika’daki hukuk sisteminin her vatandaşın dini özgürlüklerini tavizsiz muhafaza etmesi çoğulculuk sürecinde çok mühim bir rol oynamıştır.
Peki bu dini çoğulculuk Amerika için olumlu bir şey midir? Getirisi,götürüsü nedir?
Amerika’daki dini çeşitliliği olumlu bir süreç olarak değerlendirenler olduğu gibi bu süreç ile ilgili endişe duyanlar da var.
Bu duruma müsbet bakanlar tüketim için geçerli bir kabul olan ‘ne kadar çok çeşit o kadar iyi’ kaidesince dini çeşitliliğin insanlara birden fazla seçenek sundugu ve ifade özgürlüğünü teşvik ettiğinden dolayı topluma bir zenginlik kattığını düşünüyorlar.Özgürlük kavramı Amerikalılar için çok değerli ve her şeyin ( iş, ev,sistem, hükümet dahi) üstünde tutulur. Dolayısı ile temel özgürlükleri (bunların başında inanç özgürlüğü gelir) pekiştirecek her sürece sıcak bakılması gayet nomal. 2003 yılında 2910 kişiyle yapılan bir ankette katılımcıların %86’sı dini çeşitliliğin Amerika’ya fayda getirdiğini savunurken sadece %12’si buna itiraz etmiştir.
Ancak, dini çoğulculuğun faydalarından söz eden sosyal bilimciler dahi karşılaşılabilecek sorunlar noktasında uyarıyorlar.

Bu muhtemel sorunları bir sonraki yazıda ele alacağız.Gorusmek uzere.


Kaynak:Wuthnow Robert, "America and the challenges of religious diversity".












Wednesday, April 22, 2009

Ekonomik Krizin Sosyal Etkileri


Time dergisi, 15 Nisan 2009 tarihli sayısında ekonomik krizin sosyal hayata etkilerine dair bir araştırmaya yer veriyor. 1000 kişiyle yapılan araştırma sonuçları, “Büyük Gerileme” olarak adlandırılan ekonomik krizin önceliklerimizi ve paramızı harcama şeklimizi nasıl etkilediğine ışık tutuyor. Dergi, araştırma sonuçlarını “Amerika Tutumlu Bir Ülke Oluyor” başlığında özetliyor.

İşte Time dergisinin araştırmasından bazı çarpıcı sonuçlar:
• %63 kriz başlangıcından beri masraftan dolayı eğlenceyi azalttı.
• %56 restoranlara daha az gidiyor.
• %49 kıyafete daha az harcıyor.
• %46 daha az sinemaya gidiyor.
• %43 eskisinden daha çok haber izliyor.
• %39 planladığı bir geziyi ya iptal edıyor ya da erteliyor.
• %39 indirimli marketlerden daha çok alışveriş yapıyor.
• % 38 spor müsabakalarına daha az gidiyor.
• %37 alışveriş yaparken daha çok kupon kullanıyor.
• %34 masraftan dolayı doktora gitmiyor.
• %32 krizdn kaynaklanan stres dolayisyla uyku problemi yaşıyor, %20 depresyonda olduğunu söylüyor.
• %28 alkol için daha az harcıyor.
• %25 daha az kumar oynuyor.

Bundan önce 1930’lardan beri yaşanan diğer ekonomik krizlerden farklı olarak, bu kriz herkesi, ya bizzat ya da korkusuyla etkilemiş görünüyor. Sağlıktan alışverişe, eğlenme alışkanlıklarına kadar, krizin, insanların davranışlarını etkilediğini gösteriyor araştırma sonuçları. Michigan’da işten çıkarılan bir çift, “makarna yapmanın 101 değişik yolunu öğrendik” şeklinde ifade ediyorlar yaşadıkları değişimi. Araştırmaya katılanların yüzde 61’i, kriz bitse bile artık eskisinden daha az harcayacaklarını söylüyor. Bu da, kriz dolayısıyla artan tutumluluğun, uzun vadeli bir alışkanlığa dönebileceğinin sinyallerini veriyor.
Bu sonuçlar, gecen hafta Economist dergisinin yer verdiği araştırma sonuçlarıyla da paralellik gösteriyor. Economist , Amerika’da krizle birlikte tüketim kültürünün de değiştiğini tesbit etmişti araştırma sonuçlarına dayanarak. Time dergisinin araştırma sonuçlarını yorumlayan Nancy Gibbs’ de benzer şekilde, “tüketim kültürü bizi daha fazlasını harcamaya sevk ediyordu, tutumluluk kültürü ise, elde edebildiğimize minnettar olmaya yöneltiyor” şeklinde ifade ediyor yaşanan değişimi.

SYM

The Fall

Klasik Hollywood filmlerinden oldum olası hazzetmem. Her tarafı klişelerle dolu, daha başından sonunu tahmin ettiğin ve en önemlisi sağı solu efektlerle kuşatılmış sanatsal değeri çok da olmayan filmlerdir bana göre. Avrupa, uzak doğu filmleri ve bağımsız yapımlar çok daha derin içerikli ve değerli filmlerdir. Bunlardan bir tanesi de United Kingdom, United States ve Hindistan ortak yapımı olan bir film: The Fall (Türkçe’ye tam olarak nasıl çevirdiklerini bilemiyorum.)

Film, 1920lerde, düştüğü için kolunu kıran küçük bir kızla (Alexandria), aynı hastanede yatmakta olan bir adamın (Roy) dostlukları üzerine kurulu. Roy, Alexandria’ya bir hikaye anlatmayı teklif eder. Bu hikaye kaçak bir köle, bir patlayıcı uzmanı, bir kızılderili, bir Hintli kılıç ustası, maskeli bir haydut ve Charles Darwin hakkındadır. Çocuk da hikayeyi dinlemeyi kabul eder ve film başlar.
Film tam da bir Tarsem filmi tadında. Oldukça etkileyici bir hikayesi var. Bir çocuğun dünyaya nasıl baktığını çok güzel bir şekilde anlatmış. Ayrıca filmdeki bol renkli, estetik ve kültürel zenginliği yansıtan sahneler de yönetmenliğe Tarsem’in elinin değdiğini hemen hissettiriyor. Bu sahnelerden en çok dikkatimi çekenlerden biri ise filmdeki düğün sahnesinde dervişlerin semalarını andıran bir gösterinin olması.

Filmi sürükleyici kılan etmenlerden biri de çocuk oyuncu Catinca Untaru. Kendisinin ilk filmi olmasına rağmen çok güzel bir oyunculuk ortaya çıkartmış. Hem rolünün gereği hem de zaten aslen Romanyalı olmasından dolayı konuştuğu aksanlı İngilizce ile de rolünün hakkını vermiş. Herkese gönül rahatlğı ile izlemelerini tavsiye edebileceğim bir film. İyi eğlenceler…

http://www.imdb.com/title/tt0460791/

Tuesday, April 21, 2009

Ekonomik krize götüren düşüncenin anahtar sözü: "Daha fazlasını iste!"

1999 yılında Pepsi-Cola’nın reklam kampanyasının mottosuydu bu slogan. Bu cümle hem temelleri yirminci yüzyılın başında orta sınıfın ortaya çıkmasıyla atılan, yüzyılın sonunda globalleşmeyle zirveye ulaşan tüketim kültürümüzün serüvenini özetliyor, hem de insanları elindekiyle yetinmeyip daha fazlasını tüketmeye teşvik ediyor. Bu daha fazlasini isteme kültürü 1980’lerden beri daha fazla alışveriş yapma şeklinde gösteriyor kendini. Bunun sonucunda, bir taraftan evlerimiz, gardoroplarımız, arabalarımız büyüdü; diğer taraftan da hep daha yeni bir modelini istediğimiz cep telefonlarımız, bilgisayarlarımız, Ipodlarımız, Iphonelarımız ihtiyaç olarak belirdi. Cüzdanımızdaki nakit paranın yerini plastik kartlar aldı; ve nihayetinde borçlanarak satın almaya alıştık. Sosyologlar, bu durumu, “zenginligin” toplumda artık bir norm haline gelmesiyle açıklıyor. Eskiden lüks kabul ettiğimiz herşey artık bir “ihtiyaç” olarak görülüyor. Bu yüzden artık para biriktirmiyor, sürekli harcıyoruz. Dünyada tüketimin bu şekilde en çok alışkanlık haline geldiği yerler, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa ülkeleri. Dünya Bankası’nın verilerine göre, Amerika, kişi başına düşen yıllık tüketim giderleri harcamasinda 34.254.095 dolar ile dünyada altıncı sırada. İlk sıralarda da İzlanda,Norveç, Danimarka, İsviçre gibi diğer Avrupa ülkeleri var. Dünya ortalaması ise 6.961.3 dolar. Yani, ortalama bir Amerikalı, dünyadaki ortalama bir insanın harcamasına göre 5 kat daha fazla harcama yapıyor. Ülke bazında bakıldığında ise, Etiyopya'dan 226 kat daha fazla, Somali’den 221 kat daha fazla, Afganistan'dan 112 kat daha fazla, Hindistan'dan 67 kat daha fazla, Yemen'dan 304 kat daha fazla, Cin'den 37 kat daha fazla harcama yapılıyor Amerika’da.
Uzmanlar, işte bu daha fazlasını isteme kültürünün, diğer ifadesiyle, ürettiğimizden daha fazlasını tüketmenin şu an karşı karşıya kaldığımız ekonomik krizi tetiklediğini belirtiyor. 1990 yılında Amerika’da, 214 milyar dolar olan kredi kartı borcunun, 2007 yılında dört kart artarak 937 milyar dolara çıkması bu gerçeği destekliyor. Tüketim alişkanlığı üzerine iki kitap yazan psikoterapist April Benson, PBS televizyonuna yaptığı açıklamada, insanların mutluluğu alışverişte aradığını, bu şekilde toplumda tüketimin kültür haline geldiğini ifade ediyor.
Ekonomist dergisinin Nisan sayısındaki araştırma sonuçlarına göre, Amerika’da ve Avrupa’nın zengin ülkelerinde insanlar artık daha fazlasını istemiyor. Daha fazlasını istermisiniz sorusuna büyük çoğunluk hayır cevabı veriyor. Buna bağlı olarak, hem Amerika da hem de Avrupa’da satışlardaki hızlı düşüş, hem üreticileri hem de satıcıları kara kara düşündürüyor. Bir taraftan,firmalar indirim, reklam gibi pazarlama teknikleriyle satışları artırmaya çalışırken, diğer taraftan, üreticiler, ekonomik krizin uzun vadede tüketici davranışlarını nasıl etkileyeceği üzerine düşünüyor. Önümüzdeki yillarda insanlarin harcamak yerine daha çok biriktirmeye yöneleceğini düşünen firmalar şimdiden bu yönde önlemler almaya başladı. Amerika’nın en büyük firmalarından Sears, “Layaway program” diye adlandırdığı bir tasarruf planı oluşturdu. Bu plana göre, tüketici, almayı istediği ürün için bir ön ödeme yapacak ve belli bir süre, gerekli nakit parayı biriktirene kadar, o ürün o kişi için bekletilecek. Güney Koreli bir araba üreticisi olan Hyundai şirketi de Ocak 2009’da, işlerini kaybetmeleri halinde, alıcılarının 12 ay içinde ceza odemeden arbalarını geri iade edebileceklerini açıkladı. Ford ve General Motors da Hyundai örneğini takip etti ve 31 Mart’da , işlerini kaybeden müşterileri adına, kısa bir süre için, araba ödemelerini yapacaklarını açıkladılar. Uzmanlar, bu şekilde tüketim davranışlarındaki değişikliği dikkate alarak hareket eden firmaların ileri vadede kar elde edeceğini, insanları sadece daha fazlasını istemeye yönlendirenlerin de kriz döneminde kaybedeceğini ifade ediyor.

Krizin Amerikalı aileler için iyi yanı: Boşanmalar azaldı

Amerika aile hukuku barosu gecen ay USA Today’a acikladigi rapora gore ulke genelinde bosanmalar azaldi. Rapora gore, baro uyelerinin yuzde 37’si bosanma davalarinda azalma oldugunu kaydetti.
Yakin zamana kadar Amerika’daki bosanma orani yuzde 50 idi. Her iki ciftten birinin evliliginin bosanmayla sonuclanmasi bekleniyordu bu orana gore. Uzmanlar bu oranin kotu giden ekonomi sebebiyle asagiya cekildigini ifade ediyor. Hukuk danismani Donn Fullenweider, “bosanma mallari bolmek anlamina geliyor; fakat, su anki ekonomide ayrilmak daha zor hale geldi” seklinde acikliyor bosanmalarin azalmasini. Ozellikle emlak piyasasindaki dususun bosanmalardaki azalmayi etkileyen onemli bir faktor olduguna dikkat cekiyor uzmanlar. Buna gore, alt ust olan mortgage fiyatlari sebebiyle, ciftler, mallari bolme yerine zarari azaltmakla mesguller. Kesin bosanmayi dusunen ciftlerin bile ekonomik kriz gecene kadar beklemeye karar verdigini ifade ediyor Fullenweider. Avukatlar, “yanimda tutmak daha ucuz” seklindeki unlu deyisle ozetliyorlar durumu.
Amerika’da ulke genelinden gelen raporlar, insanlarin bu sekilde, ya zarara ugramamak adina bosanmayi erteledikleri, yada bosansalar da evi almayi istemedikleri yonunde. “Simdi kimse evi istemiyor” diyor, Atlanta’nin Carrolton ve Coweta bolgelerinde bosanma avukatligi yapan Diane Sternlieb. “Eskiden ev kimde kalacak diye kavga ediyorlardi, simdi evi istemedikleri icin kavga ediyorlar” diye ekliyor. Cunku, kriz ortaminda evler ya degerinden daha dusuk fiyata satiliyor, yada satilamadigi icin bankaya devrediliyor.
Ekonomik kriz sebebiyle bosandigi halde birlikte yasayanlarin da sayisinda artistan soz ediliyor. ABC Haber’in “Iyi Sabahlar, Amerika” programinda, ekonominin bosanmis ciftleri birarada yasamaya zorladigi dile getirildi. Programda Florida bosanma avukati Carol Constantine’nin bir davasina da gonderme yapildi. Dava sonucuna gore,hakim taraflarin hangi gunler mutfagi kullanacagini, oturma odasini, televizyonu kimin kullanacini siraya koydu. Avukat Sternlieb , kendi kizinin dahi, bosanmayi dusundugunu, fakat esiyle beraber Texas’ta yasamaya devam etmeyi planladigini belirrti. “Ayri evleri maddi larak karsilayamayacaklari icin, gittikce daha fazla insan bu secenege yoneliyor. Bu durum cok kotu, cunku, insanlar eski esleriyle ev arkadasi oluyor” diyor Sternlieb. Nafaka ve cocuklarin kres masraflarini odeyemeyecek olmanin da insanlari bu secenege yonelten sebepler oldugunu ekliyor.
Ekonomik kaygilari asip bosanmaya karar veren cifler arasinda, avukat tutmak yerine davalarini kendileri acanlarin sayisinin da arttigini belirtiyor uzmanlar. Fakat, ciftler, mahkemenin istedigi belgeleri duzenlemede sikinti yasadiklari icin, bu durumun da, bazi bosanmalarin gecikmesine yol actigi ifade ediliyor.
Diger taraftan, evlilik danismanlari icin isler acildi. Uzmanlar evliliklerindeki sikintilarla ilgili gelenlerin sayisinda ciddi bir artistan bahsediyor. “Para her zaman evliliklerde sorun yaratan bir meseleydi; fakat simdi eskisinden cok daha fazla” diyor evlilik danismanligi yapan klinik psikolog Chuck Gray. Gray, evlilik sigortasi yapanlarin sayisinda da ciddi bir artis oldugundan bahsediyor.
Ekonomik krizin diger bir etkisi de evlenmeyi dusunenlerin planlarini ertelemesi seklinde kendini gosteriyor. Uzmanlar Buyuk Buhran doneminde evlenme oraninin yuzde 20 dustugunu hatirlatiyor ve ayni sekilde evlenme oranlarinin bu kriz doneminde de dusecegini ifade ediyorlar.

Monday, April 20, 2009

ABD’deki Ekonomik Kriz Toplumsal Şiddeti Artıracak

Time dergisi son sayisinda, 2012 sonuna kadar 6.4 milyon evsahibinin iflasla karsi karsiya kalacagini ongoruyor. Bu daha once gorulmemis bir rakam. On yil once 400.000 iflas fazla kabul ediliyordu. Iflaslarin tetikledigi krizin ekonomik etkileri yavas yavas kendini gosteriyor. Issizlik yuzde 7.6 ile 1992’den beri en yuksek orana ulasti. Bu oranin 2010’da yuzde 9.6’yi bulmasi bekleniyor. Su an itibariyle, kriz basladigindan beri, Obama’nin da ifadesiyle, 3.6 milyon insan isten cikarildi.
Tusinami olarak adlandirilan krizin ekonomik boyutu uzmanlar tarafindan etraflica degerlendirilirken, krizin farkli tusinamilere sebep olabilecek sosyal etkileriyle ilgili degerlendirmeler henuz yeterince yapilmiyor. Bunun en onemli nedeni, 2008’e dair istatiksel verilerin henuz yayinlanmamis olmasi. Fakat, uzmanlar, gecmis kriz donemlerindeki gibi, artan issizligin suc oranlarinin artmasini tetikleyebilecegine dikkat cekiyor. Ocak ayinda yayinlanan bir raporda, Amerika’daki 233 polis departmaninin yuzde 43’u ekonomideki degisime bagli olarak bolgelerindeki suc oranlarinin arttigini bildiriyor. Yine, ulkenin besinci en guvenli sehri kabul edilen Sugar Land’in (Houston) polis departmaninin yillik raporuna gore, sehirdeki suc oranlari bir onceki seneye gore yuzde 8.2 artis kaydetmis. Scientific American dergisi New York’ta banka soygunlari nin 2007’ye gore yuzde 54 artis gosterdigini belirtiyor.
Bu gelismeler gecmis kriz donemlerindeki sonuclarla parallellik gosteriyor. New York Times benzer ekonomik krizlerin yasandigi 1970’ler, 1980’ler ve borsanin coktugu 1987’de soygun ve cinayetlerdeki artisi hatirlatarak insanlari yeni bir suc dalgasina karsi uyariyor.
Krizin sosyal hayata etkisi suphesiz suc oranlarindaki artisla sinirli kalmiyor. New York Times gazetesi koseyazari David Brooks, krizden en cok etkilenen orta sinifin sosyal bir kimlik kaybi yasayacagini, bunun da, topluma yabancilasmalarina yol acacagina dikkat cekiyor. Benzer sekilde, uzmanlar, intihar oranlari, depresyon ve aile ici siddetin de kriz donemlerinde arttigini belirtiyor.
Butun bunlar dikkate alindiginda, krizin uzun vadede sosyal anlamda ciddi sorunlara yol acabilecegini soylemek mumkun. Bazi uzmanlar, bu etkilerin sosyal bir tusinamiye donusebilecegi ihtimalinden bahsediyor. Gelinen noktada, insanlara hem psikolojik hem de maddi anlamda destek olan non-profit organizasyonlara cok is dusuyor. Fakat onlara yapilan bagislar da kriz sebebiyle azaldi. Bu anlamda, devletin non-profitlere yaptigi yardimi artirarak devam ettirmesi onem arzediyor.

Sunday, April 19, 2009

Normalim, Normalsin, Normaller

Psikoloji okuduğumu söylediğimde insanarin bana verdigi ilk tepki genelde “Yaaa oyle mi, peki benim psikolojim nasıl, sence ben normal miyim?” oluyor. Bu tepkide anlayamadigim noktalardan biri, neden tanıştığım insanların bu kadar büyük bir kısmı normal olmadıklarını düşünüyorlar. Cünkü “ben normal miyim” sorusu özünde “bence ben normal değilim” anlamını taşıyor.


Öncelikle “normallik” başlı başına bir tartışma konusudur her zaman için. Kimileri normlara uyanlar yani çoğunluğu takip edenler normaldir demiş. Tabii bu açıklama karşısında insanın aklına ilk şu soru geliyor: neredeki çoğunluk? Çünkü malumunuz üzre belli bir kültürde ya da toplumda kabul görmüş bazı davranışlar vardır ki başka toplumlarda çok garip karşılanır. Erkeklerin sünnet olması bazı toplumlar için gayet normalken bazı toplumlar için çocukların istismarı olarak kabul edilir. Bazen de aynı toplumda farklı zamanlarda normal davranışlar değişebilir. Buna en bariz örnek DSM’den verilebilir. DSM III’de eşcinsellik bir bozukluk olarak geçerken, 1987de kitap revizyondan geçirilmiş ve artık escinselligin bir bozukluk olarak kabul edilmeyeceği kararı alınmıştır. Bu durumda 1987ye kadar eşcinseller “anormalken” bu yıldan itibaren “normal” olmuşlardır. Aynı durum nikotin bağımlılığı için de geçerlidir. Sigara içenler eskiden “normal” sayılırlarken şimdi “anormal” kabul edilirler.

Bazılarına göre de “normal” olmak halinden memnun olmaktır. Yani hiç kimse kimseye, halinden şikayetçi olmadığı sürece, normlara uymasa bile “sen anormalsin” diyemez. Tabii bu açıklamanın da sakıncaları mevcut. Mesela halinden son derece memnun bir tecavüzcüyü, durumundan rahatsız olana kadar beklemek mi lazımdır? Bu kişiye “anormal” demek için belli bir kriter yok mudur? Bu açmaz üzerine “işlevsel normallik” diye bir tanım ortaya atılmış: “Eğilimleri, fiziksel ve toplumsal koşul ve özellikleri göz önüne alınarak bir kişi için en "uygun" görülen davranış ve tutumlar.” Bu tanım her ne kadar bazı açıkları kapatsa da tırnak içerisindeki uygun kelimesi normalliği açıklamak için daha kırk fırın ekmek yememiz gerektiğini bize gösterir.

Bu kadar görecelilik içerisinde bir çok insanın kafasının karışması ve normalliklerini sorgulaması da normal ama nihayetinde tercihlerini “anormal” olduklarından yana yapmaları düşündürücü. Sizin bu konuda bir fikriniz var mı?

Monday, April 13, 2009

Anne sütünün alternatifi pekmez

Bebeklik çağında beyin çok hızlı gelişiyor. Bu nedenle enerjiye çok fazla ihtiyaç duyuluyor. Anne sütü olmadığında ise bebeklere hekim kontrolünde pekmez tavsiye ediliyor.

Gıda Mühendisleri Odası Konya Şube Başkanı Ramazan Çelebi, içeriğinde organik asitler, mineral maddeler ve vitaminler bulunan pekmezin, sağlıklı yaşam için önemli bir besin kaynağı olduğunu ifade etti.

100 gram pekmezin kalori miktarı 575 gram süte, 150 gram ekmeğe, 195 gram ete eşdeğer. Pekmezdeki şekerin yüzde 80'i glikoz ve fruktoz halinde bulunduğu için bebeklerin beslenmesinde pekmez çok önemli bir role sahip.

Bebeklik çağında beynin çok hızlı geliştiğini, bu nedenle enerjiye çok fazla ihtiyaç duyduğunu, bebeğe yeterli glikoz verilmediği takdirde ise beyin gelişmesinde duraklama veya yetersizlik görülebildiğini dile getiren Çelebi, ''Anne sütü olmadığında, bebeklere hekim kontrolünde pekmez verilebilir'' diye konuştu.

Kana karışması çok kolay ve beynin tek enerji kaynağı olan glikoz, pekmezde yeterince bulunuyor. ''Bu yüzden çocukların sağlıklı gelişmesinde pekmez büyük önem taşımaktadır'' diyen Çelebi, pekmez yendiği zaman vücudun yaklaşık 30 dakika gibi kısa bir sürede enerji kazandığını, enerjiye acil ihtiyacı olan sporcu veya ağır işçilere pekmez verilmesi durumunda kısa sürede bu insanların enerji ihtiyacının karşılandığını vurguladı.

Pekmez, iyi bir diyet gıdası

Protein açısından fakir olan üzüm ve pekmez bu özelliği sayesinde iyi bir diyet gıdası. Pekmez çinko ve fosfor bakımından da zengin. Bu nedenle vücudu çinko ve pekmeze ihtiyaç duyan hamile ve emziren kadınlar için de büyük yarar sağlıyor.

Pekmezin içindeki potasyum ise kalp atışlarının düzenlenmesine yardımcı oluyor. Vücutta oluşan toksik maddelerin atılması ve alkali-asit dengesinin sağlanması için de pekmez tüketilebilir.

Kaynak: AA

Sunday, April 12, 2009

Radikal Islam veTerrorizm Baglantisi

Fareed Zakaria, “butun Islamcilara potansiyel terrorist gibi davranmaktan vazgecelim” diyor Newsweek’in 9 Mart sayili yazisinda. Zakaria, Pakistan ve Afganistan orneklerinde goruldugu uzre, fundamentalizmin cozumunun askeri gucle degil, bir adim geri atarak radikal islam fenomenini anlamakla mumkun olacagina dikkat cekiyor.

Yazara gore, fundamentalizmin temel sebebi, musluman ulkelerin politik ve ekonomik olarak yeterince gelisememis olmalari. Kuzey Afrika ve eski Saddam yonetimindeki Irak’i ornek vererek, ABD ve diger bati ulkelerinin Islamci muhalefete karsi her zaman sekuler otokratlari destekledilerini; bu otokrat yoneticilerin de ilerleme yerine ulkelerinde yozlasma ve kaos ortami olusturduklarini, sonuc olarak da insanlar icin radikal islamin tek secenek olarak kaldigini ifade ediyor.

Zakaria, bu noktada, radikal Islam ve terorizm farkina dikkat cekiyor. Islami kurallarin lokal olarak uygulanmasini istemekle (musluman ulkelerdeki insanlarin ve orgutlerin cogunu bu kategoride degerlendiriyor), El-Kaide gibi global cihad adi altinda yapilan terrorizmin ayni sey olmadigini; terror orgutlerinin radikal islamci diye nitelendirilen insanlar arasinda dahi destek gormedigini ifade diyor. Bu baglamda, George Washington universitesi Islami Calismalar profesoru Seyyid Huseyin Nasr ise, radikal islamci yada fundamentalist olarak adlandirilanlarin diger dinlerdeki gibi sayilarinin az oldugunu, “merkezi” yani Islamin genel olarak hakim olan yorumunu temsil etmediklerinin altini ciziyor. Terorizmle ilgili olarak da, Johnstown ve Waco’daki olaylar Hristiyanligi temsil etmedigi gibi New York’taki, Londra’daki olaylar da Islami temsil edemez diyor Nasr. Muslaman ve teror kelimelerinin yanyana bile kullanilmamasi gerektigini ifade eden Fethullah Gulen hocaefendi ise “musluman terrorist olamaz, terrorist de musluman olamaz” diyerek Islam terorizm baglantisina dair en net yorumu yapiyor. Zakaria ve Nasr’dan farkli olarak Gulen, diger sorunlara ek olarak egitim eksikliginin temel bir sorun oldugunu, hem muslumanlarin kendi dinlerini anlamalari ve aydinlanmari hem de Batili ulkelerin Islami gercek yonleriyle tanimalari icin egitimin sart oldugunu dusunuyor. Gulen, Zakaria’nin yazisinda bahsini ettigi medeniyetler catismasinin da ancak bu sekilde onlenebilecegini ongoruyor.

Google Chrome


İnternet için olmazsa olmazlardan olan web tarayıcılarına yakın zamanda bir yenisi daha eklendi. Google Chrome. Birçok özelliğiyle dikkatleri çeken Chrome’un Türkçe versiyonu da çıkmış. Diğer tarayıcılardan farklı olarak ilk başta arayüzü dikkat çekiyor. Firefox ya da IE gibi tarayıcılarda klasikleşmiş olarak görülen menü çubuğu ya da durum çubuğu Google Chrome’da yok. Tek gördüğünüz şey adres çubuğu ve sekmeler. Bundan dolayı ziyaret edilen web siteleri için çok geniş bir alan sağlamış oluyor. Bunun yanı sıra yeni bir sayfa actığınız zaman en sık girdiğiniz sayfaların kısa yollarını göstermesi kullanılırlığını da arttırıyor.


Diğer önemli özelliği de açılan her sayfa işlemcide ayri bir şekilde çalışıyor olması. Bu şekilde eğer bir sayfanız donarsa yada bir şekilde çökerse diğer sayfaları hiç bir şekilde etkilemiyor. Bunun aksine diğer tarayıcılarda bir sayfanızın donması durumunda açılmış olan bütün sayfalar kapanıyor. Fakat Google Chrome’da kendi menüsünden açılabilinen işlem yöneticisi (Task Manager) ile calışmayan sayfa kolaylıkla sonlandırılabiliniyor.


Google Chrone’un diğer bir özelliği de isterseniz aynı pencere içinde açmiş olduğunuz farklı sekmeleri sürükleyerek ayrı bir pencerede görüntüleyebilirsiniz. Ya da tam tersi, farklı pencerelerde açmış olduğunuz siteleri sürükleyerek aynı pencerede farklı sekmelere yerleştirebilirsiniz.

Yapılmıs olan birçok karşılaştırma testlerinden de hız kategörisinde genelde Google Chrome birinci çıkmış*. Güveninirlik alanında da diğer web tarayıcılarından aşağı kalmayan bu yeni tarayıcı yine bu alanda IE8’in ve Apple Safari’nin de kullandığı özel modda internette gezme özelliğini sunuyor. Incognito ismini verdigi bu özellik sayesinde girdiğiniz web siteleri ile alakalı veri ya da cookie’leri bilgisayarınıza kaydolmasını engelliyor. Bütün bu güzel özelliklerine rağmen bir kısım insanlar için adds on’larındaki bazı eksikliklerden dolayı henüz bir alternatif olarak bakılmasa da, birçok insan için ana web tarayıcısı olmuş bile..


* http://www.techradar.com/news/internet/tested-chrome-vs-ie8-vs-firefox-3-1-vs-safari-4-582159?artc_pg=2

* http://www.pcworld.com/reviews/product/32156/review/chrome.html

* http://en.wikipedia.org/wiki/Chromium_(software)

Saturday, April 11, 2009

Zavallı Psikolojinin Makus Kaderi

Monitor on Psychology dergisinin son sayısındaki bir makalede insanların psikoloji bilimi hakkındaki görüşlerini saptamak icin yapılmış bir çalışmadan bahsediliyordu (Mills, 2009). Penn, Schoen ve Berland’in 1000 kişi ile yaptıkları görüşmenin sonucunda insanların psikolojiyi çok da bilim olarak kale almadıkları bulgulanmış. Katılımcılara göre, psikoloji, bireyleri iyileştirmek icin var olan bir meslek, sosyal hizmetler gibi, ama tıp gibi ya da fizik-kimya gibi bir bilim dalı değil. Katılımcıların sadece %22si psikolojiyi gerçekten insan ve hayvan davranışlarını araştıran bir bilim dalı olarak gördüğünü, %49u ise nisbeten bilimsel teknik ve uygulamalarla ilişkilendirilebileceğini belirtmis. Yani geriye kalan %30luk dilim ise psikolojiyi “bilim” olarak görmediklerini söylemiş.


Bu çalışmanın Amerika’da yapıldığını da göz önünde bulundurursak, psikolojinin görece daha yeni olduğu Türkiye’de durumun daha vahim olduğunu kestirebiliriz. Bence bu durum üzerinde, insanların psikolojiyi sadece davranış bozuklukları konusunda çalışıyor sanmasının büyük etkisi var. Eğer psikoloji, insanların problemlerine çözüm buluyorsa ve her insan bir diğerinden farklıysa nasıl genel-geçerliği olan bir bilim olabilir diye düşünüyorlar. Bu yanlış algılama biraz cahilliğimizden ve araştırmak yerine duyduğumuzla yetinmemizden kaynaklandığı gibi biraz da medyada psikologların gösterilme şeklinden kaynaklanıyor. Dizilerde, filmlerde ya da TV şovlarında psikologlar genelde, mıy mıy konuşan, kelimeleri ağzında yaya yaya söyleyen, sürekli optimist olan, çevresine telkinlerde bulunan ve nihayetinde işe yaramaz bir grup insan olarak gösterilmekte ve psikolojiye duyulan saygının azalmasına neden olmakta.


Daha ciddi bir araştırma yapıldığında, psikolojinin bilimsel yöntem ve uygulamalarını (deney, gözlem, istatistik vs.) kullanan bir alan olduğunu ve klinik psikolojinin bunun sadece ufak bir parçası olduğu görülebilir. Evet her insan bir diğerinden farklıdır ama sonuç olarak davranışlarımızın üretildiği yer olan beyin her insanda aynı şekilde işler. O zaman şunu demek mümkün oluyor: Bütün insanlar için ya da en azından çoğunluk için genel geçer kurallardan bahsetmek mümkündür. Bütün insanlar korktuklarında aynı fizyolojik reaksiyonları verirler. Bütün insanlar öğrenirler, hatırlarlar, unuturlar tekrar öğrenirler ve bütün bu aşamalar belli kurallar çerçevesinde işler. Bütün insanlar bebek olurlar, çocuk olurlar, ergen olurlar, yetişkin olurlar, yaşlanırlar ve ölürler. Bütün bu aşamalar da belli kurallar çerçevesinde gelişir. Örnekleri çoğaltmak mümkün.


Sonuç olarak psikolojiyi sadece bir dert dinleme ve konuşma sanatı olarak görmek onu küçümsemek olur. Hayatımıza daha dikkatli baktığımızda psikoloji biliminin uzun yıllar boyunca yaptığı bilimsel çalışmaların sonucunda elde edilmiş bilgileri kullandığımızı farkedeceksiniz. Bu yüzden bu alan hakkında daha fazla bilgi edinmek ve hakkını teslim etmek gerekir diye düşünüyorum.